Kudret Hadisi

1.Kudret Hadisi


Dördüncü şüphe:
Kudret hadisiyle hatalı olarak istidlal (sonuç çıkarmak) etmektir. Bu hadis sahihaynda geçmektedir. İmam Müslim sahihinde, Ebu Hureyre'den naklediyor:
Resulullah (s.a.v) dedi ki:
"Hiç hasenat işlememiş bir adam ehline dedi ki:
Ben öldüğümde cesedimi yakın sonra külünün yarısını karaya diğer yarısını da denize savurun. Vallahi Allah eğer taktir etmişse bana alemlerde kimseye vermediği bir azapla azap edecektir. Adam öldüğünde emrettiğini yaptılar. Allah da karaya emretti, kendisindekileri topladı. Denize de emretti o da kendindekileri topladı. Sonra da ona dedi ki:
Sen bunu neden yaptın? O da ey rabbim! Biliyorsun ki senin korkundan yaptım, dedi. Allah da onu mağfiret etti." (Buhari Terc.,  14/6407-6408; Müslim Terc.,  11/6749-6750; Kütüb-i Sitte, 11/541)
Nevevi şöyle diyor:
Ulema bu hadisi yorumlamada ihtilaf etmiştir. Bir grup, bunun Allah'ın kudretini yok saymaya (nefyetmeye) hamledilmesi doğru olamaz. Çünkü Allah'ın kudretinde şüphede olan bizatihi kâfirdir. Kaldı ki hadisin sonunda o, bunu sırf Allah korkusundan yaptı denilmiştir. Oysa kâfir Allah'tan korkmadığı gibi mağfiret de edilmez. Bu kişiler, buna göre hadisin iki tevili vardır demişlerdir,
a) - Eğer Allah azabı taktir etmişse yani buyurmuşsa demektir. Bu durumda buradaki fiil kadere ve kaddere diye hem şeddesiz hem de şeddeli okunabilir. İkisinde de mana aynıdır,
b) - Buradaki kadere fiilinin Dayyeke ala manasında olmasıdır. Ayette deniyor ki:
"Rızkını daraltırsa" (Fecr 89/16)
Ki bu aynı zamanda şu ayet hakkında söylenen görüşlerden biridir:
"Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti" (Enbiya 21/87)
Diğer grup ise diyor ki:
Lafız zahiri manasındadır. Ne var ki bu adam ne dediğinin farkında olmadan bunu söylemiştir. Dahası onun kastı kelimenin gerçek manası olmadığı gibi öylesi bir inancı da yoktur. Aksine bunu dehşet, korku ve şiddetli sabırsızlık halinin kendisine galip geldiği bir anda söylemiştir. Öyle ki dinçliği gitmiş ve ne dediğini düşünecek durumu kalmamıştır. Bu durumdaki kişi de gafil ve unutkan pozisyonundadır. Bu hal ile de sorumluluk söz konusu olmaz. Esasen bu birinin binitini bulduğunda kendisine sevincin galip gelmesiyle bir anda şöyle demesi gibidir:
Sen benim kulumsun, ben de Rabbin. Bu kişi söz konusu dehşet, gaflet ve hatasıyla tekfir edilmemiştir.
Bu hadis Müslim dışındaki bir yerde şöyle gelmiştir:
Belki Allah'tan gizli kalırım yani O'na görünmemiş olurum. Bu da onun sözünün eğer Allah muktedir ise şeklinde zahiri manasında olduğunu gösterir.
Bir grup da şöyle demiştir:
Bu ifade Arapça'nın mecaz ve eşsiz kullanımının bir türüdür. Bu ifade şekli, şüphenin yakine mezcedilmesi diye isimlenir. Şu ayetteki gibi:
"O halde biz veya siz, ikimizden biri ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir."  (Sebe 34/24)
Bunun ifade tarzı şüphe ve fakat kast edilen ise mutlak yakindir.
Bir taife de: Bu adam Allah'ın sıfatlarından birine cahil kalmıştır. Ulema ise sıfatlara cahil olanın tekfirinde ihtilaf etmiştir, demiştir.
Kadı ise: Bu sebepten onu İbni Cerir Taberi tekfir etmiştir. Ki bunu ilkin, Eb'ul-Hasan Eşari ifade etmiştir, demiştir.
Başkaları da şöyle diyorlar:
Sıfatlara cehalete binaen kişi tekfir edilmez. Dahası onu inkâr edenin hilafına, iman isminin kapsamından da çıkarmaz. Esasen Eb'ul-Hasan el-Eşari de daha sonra bu görüşe dönmüş ve bunda da sabit kalmıştır. Çünkü bu adam buna doğruluğuna kanaat edecek bir itikatla inanmamış ve ayrıca ayrı bir din ve şeriat olarak da görmemiştir. Şüphesiz bu söylediğinin hak olduğuna inanan tabiki tekfir edilir. Bu kimseler diyorlar ki:
Şayet insanlara sıfatlar sorulacak olursa bunlardan çok az bilen çıkacaktır. Bir taife de şöyle demiştir:
Bu adam mücerret tevhidin fayda verdiği fetret zamanında yaşamıştı. Doğru olan görüşe göre de şeriatın gelmesinden önce teklif olmaz. Çünkü ayette şöyle deniyor:
"Biz elçi göndermedikçe hiç kimseye azap edici değiliz." (İsra 17/15)
Bir diğer taife de şöyle diyor:
Bu kişinin -bizim şeriatımızın aksine- şeriatlarında kâfirin affının caiz olduğu bir dönemde yaşamış olması mümkündür ki bu ehli sünnete göre aklen mümkündür. Bizim şeriatımızda bu hükümle bundan menedilmiş olabiliriz. Bunun delili de:
"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz." (Nisa 4/48) ve buna benzer diğer deliller. Allahu alem (Nevevi, 7/70-74; *Müslim Terc., 11/6750-6751)


2.Hadisin Zahirinde Müşkilat Vardır

Hafız, Hattabi'den şunu naklediyor:
Bu müşkil bir hadistir. Denebilir ki:
Bu adam dirilme ve ölülerin ihyasına kadir olmayı inkâr ediyorken nasıl affedilebiliyor. Cevaben denir ki:
O dirilmeyi inkâr etmiyordu. O cehalet sergileyip zannediyordu ki:
Böyle yaptığında diriltilmez ve azap görmez. Nitekim o, bunu Allah korkusuyla yaptığını belirtmekle imanını itiraf ettiğini göstermiştir.
İbni Kuteybe şöyle demiştir:
Şüphesiz Müslümanlardan bazıları bir takım sıfatlarda yanılmaktalar. Fakat bunlar bu sebepten dolayı tekfir edilmemektedirler. Bunu İbni Cevzi reddetmiş ve demiştir ki:
Onun kudret sıfatını reddetmesi ittifakla küfürdür. Bu çerçeveden onun eğer Allah bana kadir olursa sözü, sıkıştırır-zorlarsa demektir. Bu şu ayetteki ifadeye benzer "Rızkını daraltırsa" (Fecr 89/16)  yani rızkı zorlaştırılır, daraltılırsa demektir, denilmiştir.
Onun, 'belki Allah'tan gıyabta kalırım' sözünün manası ise belki beni fevt eder, görmezlikten gelir anlamındadır. Mesela falan şey fevt olup gittiğinde, kayboldu denilir. Bu şu ayetteki gibidir: "Rabbim, ne yanılır, ne de unutur" (Taha 20/52)
Belki de bu adam bunu, şiddetli sabırsızlık ve korkusundan söylemiştir. Nasıl ki bir diğeri şu şekilde bir yanlışlık yapmıştı:
Sen benim kulumsun ben ise Rabbin; yahut, onun (kaddere lafzındaki dal harfinin şeddesiyle) "o bana taktir etmiş ise" sözü şu anlamdadır:
Bana azap etmeyi taktir etmişse, bana azap edecektir. Yahut şu demektir:
O, yaratıcıyı kabul ediyordu ancak fetret döneminde yaşadığı için imanın şartları ona ulaşmamıştı.
Bütün görüşlerin en açığı onun bu ifadeleri dehşette olduğu ve korkunun kendisine galebe geldiği bir durumda söylemiş olduğudur. Öyle ki bu durum, diyeceği şeylerde dengesini bile şaşırtmıştır. Bu nedenle o dediği bu şeylerin hakiki manasını kastetmeden söylemiştir. Aksine öyle bir halde demiştir ki bununla, gafil, zahil ve unutkan pozisyonunda olmuştur. Artık bu durumlarda sadır olan şeylerden de sorumluluk olmaz. Bu görüşlerin en uzak ihtimalli olanı, bu, onların şeriatında kâfire mağfiret edilebildiğindendir görüşüdür." (Feth'ul-Bari Kitab'u Ehadis'il-Enbiya, 6/604)
Bu adam kıyamette tevhit ile kıyam etmiştir:
Bu hadisin yorumuna dair ulemanın sözleri bunlardır. Şimdi bunlardan tek bir tanesi; bu adam temel ve ayrıntı konularda (icmalen ve tafsilen) Allah'ın kudretine külliyen cahil idi. Cahil olduğu için de bu cehaletinden dolayı mazur idi. Evet böyle diyen tek bir kişi var mıdır? Bu bir.
İkincisi, şüphesiz bu hadis dinin aslı olan tevhit ve şirkin terkine dair değildir. Aksine sıfatlara dair cehalet hakkındadır. Bu yüzden İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den keza birçok kişi vasıtasıyla Hasan ve İbni Sirin'den şunu kaydetmiştir:
Peygamber (s.a.v) dedi ki:
"Sizden önceki dönemlerin birinde adamın biri tevhit dışında hiçbir hayır işlememişti. Bu haliyle devam ederken, ehline dedi ki:
Bakın ben öldüğümde beni iyice yakın. Daha sonra cesedimi ezin ve fırtınalı bir günde savurun. O öldüğünde ona bunu yaptılar. O Allah'ın huzuruna geldiğinde Allah (c.c) ona dedi ki:
Ey ademoğlu! Seni bu yaptığına ne zorladı? Dedi ki:
Ey rabbim! Senin korkundan yaptım. Dedi ki:
O, bu sebepten mağfiret edildi. Oysa bu adam tevhit dışında asla hiçbir hayır işlememişti." (Musned-i Ahmed, (Tabat'u Müesseset'u Kurtuba), 2/304)
el-Ahadis'ul Kudsiyye yazarı, Kastalani'nin sahih şerhinden naklen diyor ki:
Allah katına hiçbir hayır takdim etmeden maksat, genel olarak bütün hayırların nefyedilmesi değildir. Aksine Tevhit dışında her şey nefyedilmiş ve sırf bu nedenle de mağfiret edilmiş olduğu belirtilmek istenmiştir. Yoksa eğer onun için tevhit de söz konusu olmasaydı, onun cezası garanti olurdu. Dolayısıyla mağfiret edilmezdi. Esasen bu onun, Allah'ın kendisini dirilteceğine muktedir olması ile bas (diriltme) yi tereddütle karşıladığı anlamına gelmez. Yoksa zaten o böylelikle yakini iman sahibi bile olamazdı. Aksine o, imanını izhar etmiş ve bunu sırf Allah korkusundan dolayı yaptığını belirtmiştir. (el-Ahadis'ul-Kudsiyye, 1/90; *Tercümesi, 66-67)
1 - Bu haliyle mevzu bahis hadis  tartışmaya medar olmaktan çıkmış oluyor. Bu her şeyin aslı olan tevhide dair değildir.
2 - Alimlerin bu hadisi tevil etmesi ve zahiri manasından farklı manalara yorumlaması, bu hadisin zahiri manasının kast edilmediğine dair en güzel izahtır. Çünkü bu onların tesis ettiği külli kaidelere terstir. Onlar ise özel ve münferit açıklamaları, genel külli kaidelere göre değerlendirirler.
Eğer onların temel kaidelerinden biri, cahilin mazur görülmesi olsaydı, bu durumda hep bir ağızdan şöyle derlerdi:
Şüphesiz bu adam Allah'ın kudretinden yana cahil kalmıştır. Bu nedenle cahildir ve söz konusu cehaleti sebebiyle de mazeret sahibidir. Dolayısıyla bunca tevillere dalmaktan kurtulmuş olurdular. Çünkü onlara göre tevil şerdir. Zaruret hali dışında ona tevessül edilmez. Sözgelimi münferit herhangi bir husus yani cüzi bir delil, genel geçerli külli kaidelerle çeliştiğinde başvurulur.

3.Tevil, Cüz’i Olan Bir Nassın Diğer Temel Bir Kaideye Muhalif Olduğuna Delildir

Şatıbi diyor ki:
İstikra yoluyla bir külli kaide sabit olduğunda sonra da bu kaideye herhangi bir şekilde muhalif münferit bir nas söz konusu olursa bunların ikisinin arasının birleştirilmesi gerekir. Çünkü şüphesiz şari' (kanun koyucu), bu münferit hususa, mutlak genel kaideleri gözeterek temas etmiştir. Esasen şeriatın genel maksadları çerçevesinde bu temel kaidenin, genelliği zaruri olarak bilinir. Dolayısıyla hal böyle iken şari' bu duruma itibar ettiği sürece söz konusu temel kaidelerin ilga edilmesi mümkün değildir. Böyle bir durum söz konusu olduğunda külli olana itibar edilip cüz'i olanın ilga edilmesi imkânsız olur. (Muvafakat, 3/9-10; *Muvafakat Terc., 3/6)
"Umumi yahut mutlak bir kaide sabit olduğunda (tesbit edildiğinde) özel durumların buna çelişmesi kaale alınmayacağı gibi özel hallerin tahkiyesi (zikredilmesi) de böyledir. Buna dair birçok delil vardır...
3. Şüphesiz özel durumlar cüzidir. Zorunlu kaideler ise geneldir. Cüziyatlar ise külli kaideleri nakzedemez. Bu nedenle genel hükümler cüzi durumlarda da geçerlidir. Her ne kadar külli kaidenin mefhumu (hikmeti) söz konusu özel durumda zahir olmasa da.' (Muvafakat, 3/261-262; *Tercümesi, 3/243-244)
Ebu Zehra diyor ki:
Tevil'in şartları: ... kincisi; Tevil için bir sebep bulunmalıdır. Sözgelimi nassın zahirinin, dinden olduğu zaruri olarak bilinen kesin bir kaideye veya senetçe kendisinden daha kuvvetli bir nassa muhalif olması gibi.(Ebu Zehra, Usul'ul-Fıkıh, 106-107; *Tercüme, 118)
Nevevi şöyle demiştir:
Tevhit üzere ölenin mutlaka cennete gireceğine dair deliller bölümü...
Tevhit üzere ölen hiç kimse,günahlardan işlediğini işlese bile cehennemde ebedi kalmaz. Nitekim küfür üzere ölen de velev ki iyilik olarak işlediğini işlemiş olsa bile cennete giremez.
Bu, söz konusu meselede ehli hak mezhebinin derli toplu görüşüdür. Esasen kitap ve sünnetin delilleri ile ümmetin sözüne güvenilir olanlarının icmaı bu kaide üzerinde birleşmektedir. Özetle bu noktada birleşen naslar kesin bir inanç sağlamaktadır. Böylesi bir kaide kesinleşince artık konuyla ilgili-ilgisiz varit olan bütün hadisler bu kaideye göre değerlendirilir. Bu sabiteye muhalif bir hadis söz konusu olduğunda bunun şer'î nasların arasında bir bütünlük sağlanması için o genel kaideye göre tevil edilmesi esastır." (Nevevi, 1/217; *Müslim Terc., 1/204-205)
Ulemanın ifadelerinden kesin bir şekilde tebellür eden şudur:
Külli bir kaide tesbit edildiğinde ve fakat özel bir konuya dair bir şey yahut münferit bir delil zahirde bu esas kaideyle çelişirse bunun söz konusu bu şer'î temel kaideye göre yorumlanması, aralarında bütünlük oluşması ve uygunluk sağlanması için tevil edilmesi şarttır.
Bu bağlamda cumhuru ulemanın bu kudret hadisine yaptıkları tevil, belirtilen hadisin zahirinin, kendilerince tesbit edilmiş bir asla yahut bundan daha güçlü bir nassa zıt olduğunun en büyük delilidir. Bu nedenledir ki bu hadisi tevil etmişlerdir.
3 - Bu adam Allah'ın kudreti ve dirilmekten yana cahil miydi?
Cevap: Kesinlikle o, bunun hakkında cahil değildi. Delil şudur:
O çocuklarına, kendilerine vasiyet ettiği şeyleri yapmalarını emretmiştir. Yoksa onlara şöyle derdi. Ben ölünce beni bütün cesedimle gömün. Eğer Allah kadir ise bana azap edecektir.
Lakin, ulemanın dediği gibi o, şayet çocukları, kendilerine tavsiye ettiği şeyleri yapacak olsalar artık onun bu durumda toplanması, evet işte bu hal imkânsızdır, diye zannetmiştir. İmkânsız olan şeyler ise kudret çerçevesinin dışındadır. Bu durum ise ancak şeriatla bilinebilir.
İmam Dehlevi diyor ki:
Bu adam Allah'ın tam bir kudret ile muttasıf olduğunu yakinen biliyordu. Lakin kudret, imkânsız değil, mümkün olan hususlarda söz konusudur. Dolayısıyla o, yarısı karada yarısı denizde olan dağınık küllerinin toplanılmasının muhal olduğunu zannetmiştir. Bunu Allah hakkında düşündüğü bir noksanlıktan dolayı yapmamıştır. Aksine o kendisindeki ilmi seviyeye göre davranmıştır. Buna binaen de kâfir sayılmamıştır." (Hüc. Baliğa, 1/60; "Hüccetullahi'l-Baliğa Terc., 1/224)

4.Bu Kişi, Allah’ın Diriltmeye Kadir Olduğuna İnanıyordu

Onun Allah'ın kudretine inanıyor olduğunun delili sahih-i Müslim'deki şu rivayettir:
Şüphesiz ben Allah katında hayır sayılan hiçbir şey yaptığım iddiasında değilim. O bana azap etmeye muktedirdir.
Nevevi bu konuda şöyle diyor:
"Şüphesiz Allah bana azap etmeye kadirdir." Beldemizdeki nüshaların çoğunda bu şekildedir. Keza ravilerin ittifakının da böyle olduğu nakledilmiştir. Elimizdeki nüshada da -bu tarzda- 'in' edatının takrarı iledir. İkinci 'en' lafzı gövenilir bazı nüshalarda düşmüştür. Buna göre birinci in, şart edatıdır ve takdiri de şöyle olur:
Allah taktir etmiş ise bana azap eder. Bu izah geçen rivayete uygundur. Cumhurun rivayetine gelince o birinci en ile beraber ikinci en'in de sabit olduğu şeklindedir ki bunun taktirinde ihtilaf edilmiştir.
Esasen bunun zahiri üzerinde olması da caizdir. Nitekim bu kişi de böyle zikretmiştir. Lakin bu durumda onun buradaki sözünün manası şu şeklide olur:
Şüphesiz Allah bana azap etmeye kadirdir, eğer beni cesedimle defnederseniz. Yok eğer beni unufak kül edip kara ve denize savurursanız, bu durumda bana taktir etmez (duçar etmez). Ve cevabı geçtiği şekilde olur. Nitekim rivayetler de hep bu şekilde birleşmektedir. Allahu alem." (Nevevi, 17/83-84)
Ravilerin çoğunun naklettiği bu rivayetler çok net bir şekilde gösteriyor ki bu adam, genel manada Allah'ın kendisine kadir olduğuna iman etmektedir. Ancak bu kişi cahil kalmış ve bu tür ince bir noktada şüphede kalmıştır.
Bilindiği gibi bu tür nazik bir konudaki cehalet Allah'ın uluhiyetine bir tan ihtiva etmez. Bu yüzden onun hakkında şu şekilde rivayetler gelmiştir:
Tevhit dışında hiçbir hayır işlememiştir.
Haliyle bu, Allah'ın kudretinin bizzat özünde şüphede olanın hilafınadır. Çünkü bu ikincisi O'nun uluhiyetine doğrudan bir kusurdur. Hem ilah olan nasıl aciz yahut cahil, ölü, sağır ya da yaratamayan biri olabilir ki. Bu ise doğrudan Allah'ın uluhiyetine gerçek anlamda bir tan demektir.
Buna göre sıfatlara dair cehalet Allah'ın zatına dair cehalet demek değildir. Ne var ki bu sıfat, zatın ondan ayrı tasavvur edilemeyeceği ve uluhiyet mefhumunun kendisine dayandığı bir sıfat olması hariçtir. Esasen buna dair cehalet de gene zata dair cehaletin tıpkısıdır. Bu konuya Muaz'ın ehli kitap hadisinin şerhinde değinilmiştir.
Bunlar ulemanın bu hadisin tevili çeçevesindeki mütalaalarıdır. Şimdi bütün bunları beyan ettikten sonra hala geriye bununla istidlal edilemeyeceğine dair bir tereddüt kalır mı?
Bu mevzuyu İmam Ebu Batin'in konu hakkındaki sözleriyle bitirmek istiyorum. Diyor ki:
Müşrikler hakkında mücadele edenler, ehline ölümünden sonra kendisini yakmalarını vasiyet eden adamın kıssasına sarılmaktadırlar. Diyorlar ki:
Kim cehaletten dolayı küfür işlerse kâfir olmaz ve tekfir edilemez. Esasen ancak muannid kişi tekfir edilebilir.
Cevap: Bu iddiaya cevaben denilir ki:
Şüphesiz Allah (c.c) elçilerini müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi ki insanların elçilerden sonra Allah nezdinde bir delilleri kalmasın. Bu peygamberlerin getirdiği ve çağırdıkları şeylerin esası, şeriki olmayan tek Allah'a ibadet ve Allah'tan başkasına ibadet demeye gelen şirkten sakınmadan oluşuyor.
Şimdi eğer büyük şirkin faili cehaleti sebebiyle mazur olacaksa mazur olmayacak olan kimdir?
Bu durumda mevzubahis iddianın gereği, Allah'ın muannid dışında hiç kimse üzerinde bir hakkı yoktur olmaktadır. Tabi ki bu iddianın sahibi bunun özrünü reddedemiyecektir. Haliyle onun çelişkiye düşmesi kaçınılmazdır.
Çünkü onun, Muhammed'in (s.a.v) risaletinde şüphe eden, diriltilmeden veya dinin bunların dışındaki esaslarından birinde tereddüt edenin tekfirinde tevakkuf etmesi olanaksızdır. Bütün bunlarda tereddütte olan cahil olsa bile.
Oysa fukaha fıkıh kitaplarının "mürtedin hükmü" bölümünde şöyle demektedirler:
Müslüman, İslâm'ından sonra bir söz, bir fiil yahut bir inanç veya şek ile kâfir olabilir.
Şayet şüphenin (şekkin) sebebi cehalet olduğunda ayrıcalık olursa bu durumda aynı bağlamda Yahudi ve Nasara'nın cahillerinin de keza cehaletinden dolayı güneş ay ve putlara secde edenlerin ayrıca Ali'nin (r.a) ateşle yaktıklarının kâfir olmaması gerekirdi. Çünkü biz bunların cahil olduğundan eminiz. Şimdi bu bir yana ulema Yahudi ve Nasara'yı tekfir etmeyen yahut onların küfründe şüphe edenlerin dahi küfründe icma etmiştir. Hem de biz onların çoğunun cahiller olduğuna yakinen inandığımız halde...
Esasen küfrü, tevil, içtihat, hata, taklit yahut cehaletten dolayı işyleyenin mazur olduğu iddiası, şüphesiz kitap, sünnet ve icmaya zıttır. Aslında o bu haliyle onun aslını nakzediyordun Aslını da terkediyorsa artık hiçbir kuşku olmadan tekfir edilir. Mesela Muhammed'in (s.a.v) elçiliğinde şüphe edenin küfründe tevakkuf edenin tekfirinde olduğu gibi.
Allah'ın (c.c) sıfatlarından birinde şüphede olmasına rağmen ehline kendisini yakmalarını vasiyet edip sonra da mağfiret olunan kişiye gelince; şüphesiz buna sırf risalet çağrısı ulaşmadığından dolayı mağfiret edilmiştir. Nitekim ulemadan birçok kişi böyle demiştir. Bu nedenle olacaktır ki; Şeyh Takiyyuddin diyor ki:
Kim Allah'ın sıfatlarından birinde tereddütte olursa ve fakat böylesi biri öyle bir sıfata cahil kalmaması gerekiyorsa bu küfürdür. Her ne kadar gene aynı sıfata cahil olan bir başkası özelliğine binaen bundan dolayı tekfir edilmese de. Bu nedenledir ki Nebi (s.a.v) Allah'ın kudretinde teredütte olan adamı tekfir etmemiştir. Çünkü bu nisbet ancak risaletin ulaşmasından sonra mümkündür.
İbni Ukyal da aynısını söyleyerek bunu ona davetin ulaşmadığına hamletmiştir. Şeyh Takiyyuddin'in sıfatlar hakkındaki tercihi de, bunda cahil olan tekfir edilmez şeklindedir. Şirk vesairede ise bu mümkün değildir. Nitekim sen onun bazı sözlerine vakıf olacaksın, inşaallah. Biz onun ittihadiye ve diğerleri hakkındaki sözlerinden bazılarını ve bunların küfründe tereddüt edenleri tekfir ettiğini daha önce sunmuştuk. Diyor ki:
Mürted, Allah'a şirk koşandır. Bu kişi Allah Resulüne yahut onun getirdiğine buğzeden veya her tür münkeri kalben inkâr etmeyi terkedendir... yahut kendisiyle Allah arasına aracılar koyup onlara tevvekkül eder, onlara dua eder, onlardan ister durumda biridir. İşte bütün bunlar icma ile küfürdür. Kim Allah'ın sıfatlarından birinde tereddüt ederse ve fakat böylesi birinin bu sıfata cahil kalmaması gerekiyorsa o kişi bununla mürteddir. Velev ki öylesi bir sıfata cahil olan bir başkası mürtet olmasa da. İşte bu yüzden Nebi (s.a.v) Allah'ın kudretinde şüphede olan adamı tekfir etmemiştir.
İmam, geçen hususlar arasında kişiyi kâfir kılan şeylerin hepsini mutlak olarak ifade etmesine rağmen sıfatlar konusunda cahil ile cahil olmayanı birbirinden ayrı tutmuştur. Bununla beraber Şeyh'in (r.a) Cehmiye ve diğerlerinin tekfirinde tevakkuf etmeye dair görüşü, İmam Ahmed ve diğer İslâm ümmetinin imamlarının görüşlerine terstir.
el-Mücidd diyor ki:
Her tür bidata çağıranı tekfir ederiz. Ayrıca biz sözgelimi Kur'an'ın mahluk olduğunu veya Allah'ın ilmi mahluktur yahut da O'nun isimleri mahluktur, O, ahirette görülmez, adi bir şekilde sahabeyi söven veyahut da iman sırf inançtır ve buna benzer başka şeyleri iddia edenlerin sözlerini taklit edenleri de fasık sayarız.
Kim de bu bidatların şuurunda olarak buna davet eder ve savunarak münazara ederse işte böylesi birinin küfrüne hükmedilmiştir. Ahmed birçok yerde buna bu şekilde deyinmiştir.
Bakın ki bunların cehaletlerine rağmen küfürlerine nasıl hükmedilmiştir." (el-İntisar li Hizb'illah'il-Muvahhidin, 16-18; *Akidet'ül-Muvahhidin kitabı içersinde 1. Bölüm, 16-19)