TĀĞUT KAVRAMININ ANLAMI HAKKINDA RiSALE

TĀĞUT KAVRAMININ ANLAMI HAKKINDA RiSALE

MUHAMMED iBN ABDULVAHĀB
Ey Müslüman!) Allahu Teala sana rahmet etsin, bil ki Allah'ın ademoğluna yüklediği ilk
görev tâğutu tekfir etmek ve Allah'a iman etmektir. Bunun delili Allahu Teala'nın şu
sözüdür:
 
وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُولًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ
 
 
Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. [Nahl 36]

Tâğut nasıl inkar edilir?

Allah'tan başkasına kulluk etmenin batıllığından şüphe duymamalısın, Allah’tan başka hiç kimseye tabi olmamalısın, başkasına kulluk yapmaktan uzak durmalısın ve Allah'tan başkasına tabi olan insanları tekfir edip onlara düşmanlık göstermelisin.
 
Allah'a iman etmek ne anlama gelir?

Allah'tan başka hiç kimsenin kulluk ve itaate layık olmadığından emin olmalısın; ibadetin her çeşidini sadece Allah'a yöneltmelisin; Allah'tan başkasına kulluk ve itaati reddetmelisin; Allah'tan başkasına kulluk etmeyen ihlas ehline karşı sevgi besleyip onları desteklemelisin, bunun yanında şirk ehline de buğz edip onlara düşmanlık göstermelisin.
İşte bu Millet-i İbrahim'dir (İbrahim (as)'ın dini). Ancak kendini bilmeyen bir sefih ondan yüz çevirir. Allah bizlere Ibrahim (as)'ı uyulması gereken güzel bir örnek olarak tanıtmıştır:
 
قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ إِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ إِنَّا بُرَآءُ مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَاءُ أَبَدًا حَتَّىٰ تُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَحْدَهُ
 
İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: «Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp inkâr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.» [Mumtehine 4]
 
Ve tâğut kelimesi kendi rızası dahilinde Allah'ın dışında kendisine ibadet ve kulluk edilen, kendisine tapınılan, Allah ve Rasul'ü (sallallahu aleyhi ve sellem)'e gösterilmesi gereken itaate aykırı olacak şekilde kendisine tabi olunan veya itaat edilen herşeyi içine alır.

Tâğut'un bir çok çeşidi vardır, fakat başları beş taneden oluşur:

Birincisi:

Allah'tan başkasına kulluk etmeye çağıran şeytan. Ve bunun delili Allahu Teala'nın şu
sözüdür:
 
أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَنْ لَا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ ۖ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ
 
Ey Adem oğulları, ben size and vermedim mi ki: «Şeytana kulluk etmeyin, çünkü, o, sizin için
apaçık bir düşmandır» [Yâ Sin 60]
 
İkincisi:

Allah'ın kanunlarını değiştiren zalim yönetici. Ve bunun delili Allahu Teala'nın şu sözüdür:
 
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَنْ يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُوا أَنْ يَكْفُرُوا بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَعِيدًا
 
Sana indirilene ve senden önce indirilene îmân ettiklerini öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağut'un önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu tekfir etmekle emrolunmuşlardır. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar uzak bir sapıklığa düşürmek ister. [Nisâ 60]
 
Üçüncüsü:

Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kişi. Ve bunun delili Allahu Teala'nın şu sözüdür:
 
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَٰئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
 
Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir. [Mâide 44]

Dördüncüsü:

Allah'ın yanında kendisinin de gayb hakkında bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişi. Ve bunun delili Allahu Teala'nın şu sözüdür:
 
عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلَىٰ غَيْبِهِ أَحَدًا إِلَّا مَنِ ارْتَضَىٰ مِنْ رَسُولٍ
 
O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak bildirmek istediği peygamberler müstesna. [Cinn 26-27]

Allahu Teala yine şöyle buyurur:
 
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَا إِلَّا هُوَ ۚ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ ۚ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الْأَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ
 
Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın. [En'âm 59]

Beşincisi:

Allah'ın yanında kendisine de ibadet edilen ve bu durumdan razı olan kişi. Ve bunun delili Allahu Teala'nın şu sözüdür:
 
وَمَنْ يَقُلْ مِنْهُمْ إِنِّي إِلَٰهٌ مِنْ دُونِهِ فَذَٰلِكَ نَجْزِيهِ جَهَنَّمَ ۚ كَذَٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ
 
İçlerinden her kim, “Allah’tan başka ben de şüphesiz bir ilâhım” derse, böylesini cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız. [Enbiyâ 29]

Ve bil ki,

insan tağut'a karşı küfrü gerçekleştirmediği sürece kesinlikle Allah'a iman etmiş sayılmaz.
Ve bunun delili Allahu Teala'nın şu sözüdür:
 
لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ ۖ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ ۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىٰ لَا انْفِصَامَ لَهَا ۗ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
 
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Artık kim tâğutu inkâr edip Allah'a îmân ederse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.” [Bakara 256]
 
'Doğruluk' (rüşd) Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hayat tarzı ve yoludur (dîn).

'Sapıklık' Ebu Cehil'in dînidir.

'Kopmak bilmeyen sağlam kulp' şehadet kelimesi Lâ ilâhe ill'Allah 'tır.

Yani Allah'tan başka hakkıyla kulluğa ve ibadete layık hiçbir ilah yoktur. Bu şehadet kelimesi kendi içinde bir red ve bir de kabul barındırır. Allah'tan başkasına yapılan kulluk ve ibadetin her türlüsünü reddeder, aynı zamanda kulluk ve ibadetin her türlüsünün -bütün ortaklardan beri olarak- yalnızca Allah'a yapılması gerektiğini kabul eder.

"Siz Müslümanları Tekfir Ediyorsunuz " Diyenlere Reddiye





Şeyh Ebu Batın kendisine:


“Siz müslümanları tekfir ediyorsunuz” diyen kimselere karşı şöyle cevap vermiştir:



“Bizim hakkımızda: “Müslümanları tekfir ediyorsunuz” diyen kişi ne İslam’ı ne de tevhidi bilen bir kişidir. Bu kimsenin sözünden onun İslamının sahih olmadığı anlaşılmaktadır. Zira bu kimse günümüzdeki müşriklerin  yaptığı şirki reddetmemekte ve yaptıklarının tevhidi bozucu bir şirk olduğunu görmemektedir. Bu durumda olan bir kimse ise müslüman değildir.” (Mecmuatü’r-Resail  c: 1 Kısım: 3 s: 655)

İddia:   Tekfirci akım, basit bir akıl yapısı taşır, olaylara bakarken genetik yapılarının sertliği sebebiyle katı bakarak müslümanların sorunlarını, cehaletlerini, zaaflarını, katı tutumlarla çözmeyi isterler. bu aslında başarabileceği tek yoldur, zira o zoru değil, kolayı tercih etmeyi sever, malum insanın içine düştüğü şirk, küfür, bidat bataklığını nebevi düşünen müslüman akıllı ve basiretli bir grafik çizerek ilimle ve kalpleri fetheden ahlakla aşmayı dener,

Cevap: İnsanların sorunlarını çözmek ve aralarında vuku bulmuş meseleleri açıklığa kavuşturmak için başvurulacak en sağlam sarih (açık) hüküm ve hikmetler Allah azze ve cellenin kitabı; Kur’anî Kerim ve Rasulullah (s.a.s) sünnetidir. Bu iki kaynak ışığında hükümler verilir ve insanların arasında vuku bulmuş meseleler, insanların haklarındaki mü’min, müşrik, münafık, mürted vs. gibi sıfatlar bu kaynaklardan yola çıkarak ortaya koyulur.

İşte gerek Rasulullah (s.a.s.), gerek onun ashabı ve onlardan sonra gelen müçtehidler insanların hangi vasıfa sahip olduğu
; yani müşrik mi? Müslüman mı veya mürted mi? vs. hükmünü verirken Kur’an ve sünnete bakarak bu hükmü vermişlerdir. Bu yüzden Allah’ın rasulü, onun ashabı ve ondan sonra gelen müçtehidler müşrik olan kimseye müşrik, Müslüman kimseye de Müslüman hükmü vermiş ve bunlara hak etikleri sıfatlara göre muamele etmişlerdir.

İşte biz bu metoda uyup gerek Kur’an’dan gerekse sünnetten gerekirse ulemanın kuran ve sünnete dayanarak verdiği hükme bakarak insanlar hakkında hüküm veriyoruz.

Ancak bazı kesimler sadece dünya menfaati için bu kavramları uygulamamış Müslüman olan kişiye Müslüman hükmünü vermemiş aynı şekilde müşrik olan kişiye de müşrik sıfatını vermeyip insanların hükümlerini birbirine karıştırmışlardır. Bu karışıklığın neticesinde artık mü’min ve müşrik sıfatları gerçek sahiplerine verilmemektedir. İşte bu apaçık sapıklığın ta kendisi olup tağutlar ve tağutların saflarında İslam’a karşı yok etme veya çağlara uygun İslam projesi peşinde olanların oynadığı şeytani bir oyundur.

Tağut çarkının dişlerinden olan ve din sorumlusu gibi görünen belamlar, satılmış imamlar ve şeyh diye geçinen bazı şeyhcikler!  Müşriklerin tekfir edilmesi sanki bizim yeni çıkardığımız bir hükümmüş gibi insanlara empoze etmeye çalışmaktadırlar. Ancak şu iyice bilinsin ki; Bu hüküm yeni bir hüküm olmayıp çağlar boyunca var olan bir hükümdür.

Menfaatleri için dinin en sabit olan kavramlarını değiştirmeye yeltenen bu belamlar ancak kendileri gibi sapıkları kandırabilirler. Çünkü halis Müslümanların bu safsatalara uyması söz konusu değildir.

Şu iyice bilinsin ki;



“Müslüman olan bir kişiye Müslüman hükmünü vermek nasıl hak ise; kâfir olan bir kişiye de kafir hükmünü vermek aynı şekilde haktır.”


Şeyh Ebu Batın kendisine:



“Siz müslümanları tekfir ediyorsunuz” diyen kimselere karşı şöyle cevap vermiştir:

“Bizim hakkımızda: “Müslümanları tekfir ediyorsunuz” diyen kişi ne İslam’ı ne de tevhidi bilen bir kişidir. Bu kimsenin sözünden onun İslamının sahih olmadığı anlaşılmaktadır. Zira bu kimse günümüzdeki müşriklerin  yaptığı şirki reddetmemekte ve yaptıklarının tevhidi bozucu bir şirk olduğunu görmemektedir. Bu durumda olan bir kimse ise müslüman değildir.” (Mecmuatü’r-Resail  c: 1 Kısım: 3 s: 655)

İddia: Tekfirci akım, islamı bütüncül boyutuyla ele almak ve yaşamak gerekir düşüncesini kavramada acizdir, bu sebeple de günlerini yöneticilere küfretmekle geçirir.

Cevap: Siz İslam’ın bütüncül boyutundan bahsetmenize rağmen kafir olan halkı İslam çatısı altında barındırmak için kılıktan kılığa geçiyorsunuz. Bu hiçbir zaman haklı olduğu göstermez. Çünkü siz sadece aklınızla amel edip hiçbir şer’i delile dayanmadan bizi bazı olumsuz eleştirilerle itham ediyorsunuz. Şunu çok iyi bilmeniz gerekir;

“İslam sadece Müslümanların barınacağı bir bütün halinde kardeşçe yaşayacağı bir dindir. Ve İslam’da sadece Müslümanlar bir bütündür. Kâfirler asla bu bütüne dâhil olmazlar.”

İddia: Duygularını her zaman zirvede aklını ve ilmi düşünmeyi geride bırakır, bunun neticesinde bunalımlı ve uyumsuz bir psikolojik ruh yapısına bürünür, islam ve müslümanlara faydalı olmak yerine zarar vermeye çalışır.

Cevap: İddia sahibi yazdıklarını gözden geçirmeden sadece eleştiri olsun diye akli yaklaşımıyla bizi ilimsizlikle itham etmesine rağmen kendisi bu iddiasını destekleyecek hiçbir delil sunmamaktadır.  Biz bunu onun cehline bağışlayıp yinede elimizden geldiği kadar delil sunmaya çalışacağız İnşeAllah. Duyguları zirvede tutup insanlara hüküm vermek ancak cahil zevatların taktiğidir. Ama ne yazık ki bazı şeycikler! Âlimcikler! Sadece şan, şöhret ve bundan rant sağladıkları için İslam’ın gerçek hükümlerini gizleyip yerine kendilerini besleyen tağutların fetvamatik! Sistemlerinden çıkan fetvalarla insanları tağutların saltanat ve tahakumu altında süründürmektedirler. Bu zevatlar Allah’ın bildirdiği hükümleri hiç kaale almadan sadece akli yorumlarla insanlara Müslüman kimliği dağıtmaktadırlar.  İşte bu yüzden halk kendisini Müslüman zannettiği halde küfür şirk içinde bocalayıp durmaktadır. Bunun en büyük sorumlusu tağutların tekelindeki şeyhçikler! belamlar ve imamlardır!

İddia: Bu söylev yüzünden ferd, içi boş ama dışı dolu konumda ki eşyaya benzemiştir.

Cevap: Aslında sizin bu söylentiniz günümüzde Müslüman diye geçinen insanların hakkında yapılacak en uygun tanımdır. Çünkü her türlü şirki işleyip sonra da ben müslümanım diye ortada gezen kişiler sadece kendilerini kandırmakta olup Müslüman değillerdir. Bizim de anlatmak istediğimiz budur zaten… Biz Müslüman olanlara Müslüman müşrik olanlara da müşrik hükmünü vermekle Allah ve rasulünün hükmünü uyguluyoruz. Bu yüzden birinin çıkıp bizi basiretsiz ve bilinçsizce eleştirmesi ve bu eleştirisini de sadece akli varsayımlarla yapması kişinin iddiasının boş ve geçersiz olduğunun göstergesidir.

İddia: fakat tekfirci akımın mensubu buna yeteneği olmadığından sloganla aşmayı amaçlar.

Cevap: Daha öncede açıkladığımız gibi tekfir haktır. Kafirlerin Müslümanlardan ayırt edilebilmesi ve Müslümanların hakketikleri gibi muamele görmesi ve kafirlerden ayırdedilebilmesi için tekfir hakikattir. Bizi tekfirci diye vasıflandıran şahıslar İslam’ı bilmeyip İslam İlahi hükümlerini tahrif etmeye ve üzerilerini örtmeye kastetmektedirler. Bunların başlıcaları; günümüz belamları tağutların tekelinde ki imamlar ve şeyhciklerdir.

İddia: Nedeni ise ilimle değil, sloganla büyümesinden kaynaklanır, yıllarca ümmeti ilim ve davet aşkıyla değil de, mutlaka bir gün cihada çıkılacak, her yer islami olacak, filanların hükmü şudur, filanların konumu şöyledir söylevleriyle eğitilmişlerdir. Müslüman ferdin kusurunu ve ameli zaafını tartışır, her zaman tartışma meclisleri oluşturmayı sever, tartışma onun varlığını ispat etme arenasıdır, katı tutumunu dayatarak ilmi ve basiretli konuşmayarak hakim kılmak ister, işte bu halleri yüzünden kendini topluma, halka, aileye, eşine, çocuklarına doğru kapatır.

Cevap: Bu iddia, sahibinin diğer tutarsız iddiaları gibi batıl bir iddia olup sadece muvvahidlere çamur atmak ve insanları onların hak davetinden uzaklaştırmak için mesnetsiz boş bir iddia olmaktan ibarettir. Muvvahidlerin önderi olan Hz Muhammed (s.a.s)’in takip ettiği metod bizlerin yolunu aydınlatan bir ışık olmuş ve kafamızda soru işaretlerine cevap olmuştur. Bu yüzden biz eğer Allah’a ortak koşanları veya failinin tekfir edilmesi gereken fiillerden birini işleyen kişiye kafir hükmünü veriyorsak bu Rasulullah (s.a.s)’in metodu gereğidir. Çünkü Rasulullah (s.a.s) hiç çekinmeden ve hiçbir taviz vermeden Allah’a ortak koşanları tekfir etmiştir. Bu sadece Rasulullah (s.a.s)’in uyguladığı bir kaide olmayıp tüm rasullerin bilip pratikte uyguladığı bir kaidedir.

Bunun en açık örneği Allah (c.c)’nun şu ayetleridir;

Allah (c.c) şöyle Buyuruyor:

"İbrahim ve beraberinde olanlarda sizler için güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: Biz, sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi reddettik. Bizimle sizin aranız-da, bir olan Allah’a iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve kin başlamıştır." (Mumtahine: 4)



 "(İbrahim dedi ki) Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzaklaşıyorum..." (Meryem: 48)



 "(İbrahim) onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından uzaklaşınca ona İshak ve Yakub’u bağışladık ve hepsini de nebi yaptık." (Meryem: 49)

  Yüce Allah Ashab-ı Kehf hakkında da şöyle buyuruyor:

  "Madem ki siz, onlardan ve onların Allah-u Teâlâ'nın dışında ibadet ettikleri varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının..." (Kehf: 18/16)

Bu Konuda Alimlerin Görüşleri

 İbn Cerir Taberi şöyle der:       



     Ey müminler, şüphesiz ki sizin için, Allahın düşmanlarını dost edinmeme bakımından İbrahim'de ve onunla birlikte olan müminlerde güzel bir örnek vardır. İbrahim ve onunla birlikte olanlar, Allah'ı inkar eden ve tağutlara tapan kavimlerine şöyle demişlerdi:



     "Biz sizlerden de Allahtan başta taptığınız put ve tağutlardan da beriyiz. Biz, sizin, Allah'dan başkasına tapmanızı reddediyoruz. Bu batıl dininizi inkar ediyoruz. Sizin yalnızca Allah'a iman edip onu birlemenize kadar bizimle sizin aranızda ebedi olarak düşmanlık ve kin ortaya çıkmıştır. Bu düşmanlık ve kini, yalnızca Allaha kulluk etmeniz giderir.

Ey müminler, kâfirlere karşı tavır almanızda, İbrahim ve onunla birlikte İman edenlerde sizin için güzel bir örnek vardır." (Taberi Tefsiri




 İbni Teymiye bu ayet hakkında şöyle diyor:



Burada yüce Allah, müşrikler tek ve ortaksız Allah’a iman edinceye kadar, onlara karşı düşmanlıklarını ve nefretlerini ortaya koyan İbrahim ve beraberindekilerin mü’minler tarafından örnek alınmasını emrediyor. Şimdi bu emir nerede, iyiye iyi ve kötüye de kötü demeyenlerin çarpık anlayışları nerede!..



İbni Teymiye bu ayetle ilgili başka bir yerde diyor ki:


Allah’tan başkasına sığınmaktan beri olduğunu kast etmiştir. Allah’a sığınmak, Allah’a ibadetin kapsamına girer. İbrahim’in sözlerinin bir bölümü de buna delalet etmektedir. Çünkü, Allah’tan başkasına ibadet etmekten veya Allah’tan başkasına tevekkül etmekten teberri etmeleri bir zorunluluktur. Bu, yüce Allah’ın uğruna peygamberler gönderdiği ve kitaplar indirdiği tevhidin gerçekleşmesi demektir....  ( Feteva c:8 )

Şeyh Abdurrahman b. Hasan şöyle diyor:

Mümtehine Suresinin 4. ayeti İbrahim'in de (a.s.) diğer peygamber kardeşleri gibi Allah-u Teâlâ'nın dini üzere olduğunu gösteriyor.



 İbni Cerir (r.h.) bunları söyleyerek onun şöyle dediğini belirtir:



"... Onlar kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden uzağız. Sizi tekfir ediyoruz. Siz bir olan Allah'a iman edinceye kadar bizimle sizin aranızda ebedi bir kin ve düşmanlık vardır." (Mümtehine: 60/4)

 Bu konuda İbrahim (a.s.) kendisine uyulacak güzel bir örnek olarak gösteriliyor ve şöyle buyruluyor:

"İbrahim'in babasına söylediği: 'Senin için Allah'tan bağışlanma dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek bir şeyi savmaya gücüm yetmez' sözü dışında, İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır."



Allah-u Teâlâ, yine dostu İbrahim'den (a.s.) söz ederek, onun, babasına şöyle dediğini bildiriyor:



"(İbrahim dedi ki) Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzaklaşıyorum..." (Meryem: 48)



"(İbrahim) onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından uzaklaşınca ona İshak ve Yakub’u bağışladık ve hepsini de nebi yaptık." (Meryem: 49)

Tevhidi gerçekleştirmek; şirkten uzaklaşmak, müşriklerle ilişkileri kesmek, onlardan ayrılmak ve onlara düşmanlık gösterip buğz etmekle mümkün olur.     
Bu yola giren bir kimsenin daha yolun başında "bu yoldan gidenler azdır" diyerek endişeye kapılmaması gerekir. (Fethu'l Mecid)



Süleyman b. Abdullah şöyle diyor: 


İşte bu bakımdan şirkten ve müşriklerden kaçınıp uzak durmak gerekir. Nitekim bu gerçeği yüce Allah şöyle açıklamaktadır:



 "İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi reddettik. Sadece Allah'a iman etmenize kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir..." (Mümtahine: 4)


Ayette yer alan "ve onunla beraber olanlarda" sözünden maksat, İbni Cerir Taberi'nin de belirttiği gibi; rasullerdir.

 


İşte bu ayet, Muhammed b. Abdu'l Vehhab'ın anlattıklarına delil oluşturmaktadır.

Ayet;
     - tevhide daveti,
     - şirkten uzaklaşmayı, 
     - şirki reddetmeyi,

     - tevhid ehline dostça davranmayı, onlara destek olmayı içermekte,



     - aynı zamanda tevhide zıt olan şirk amelleri işleyerek tevhidden ayrılanları da tekfir etmeyi gerektirmektedir.   


  Şöyle ki; bir kimse şirk koşuyorsa, o kişi tevhidi terketmiş demektir. Çünkü şirk ile tevhid birbirine zıttırlar, ikisinin birarada bulunması mümkün değildir. Nerede şirk varsa, orada tevhid yoktur. Allah-u Teâlâ şirk koşanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşarlar. (Ey Muhammed!) De ki: "Küfrünle biraz eğlen; çünkü sen, muhakkak Cehennem ehlindensin!" (Zümer: 39/8)


 Yüce Allah, bu ayette de olduğu gibi, ibadette kendisine şirk koşanların kafir olduklarını bildirmektedir.



Kur'an-ı Kerim'de bu manadaki ayetler çoktur.
 


Bir kimsenin muvahhid olabilmesi için kesinlikle şirki terkedip ondan uzak durması ve şirk koşanları da tekfir etmesi gerekir. (Ed-Delail)


Şeyh Muhammed b. Abdullatif b. Abdurrahman bu ayet hakkında şöyle dedi:

"Yeryüzünde meydana gelebilecek en büyük fitne, şirk ve fesat;
- Müslüman ile kafirlerin, Allah-u Teâlâ'ya itaat edenle karşı gelenlerin karışmasıdır.
- Onlar karıştığında İslam nizamının dengesi bozulur.

- Tevhid akidesinin hakikati belli olmaz ve kaybolur.



- Sonuçta büyüklüğünü sadece Allah-u Teâlâ’nın bildiği şer meydana gelir.

İslam’ın hakim olması, Emri bi’l maruf Nehyi ani’l münker müessesinin işlemesi ve cihad bayrağının yükselmesi ile olur.

Allah-u Teâlâ için sevmek, Allah-u Teâlâ için buğzetmek ve Allah-u Teâlâ’Nın dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmakla olur.



Buna delalet eden bir çok ayet vardır."  (Eddurerus Seniye – Cihad Bölümü)

Abdullah b. Abdurrahman şöyle dedi:

İbrahim'den (a.s.) başka, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem ile ashabının kavimlerinden ayrılıp uzaklaşmaları ve onlara düşmanlık göstermeleri de bizim için örnek oluşturmaktadır. Sa'd (r.a.) ile annesi arasında geçen olay da bunu açık bir şekilde gösteren bir olaydır.
  


 Yine yüce Rabbimizin İbrahim'le (a.s.) ilgili olarak haber verdiği şu ifadeler de bizim için örnek oluşturmaktadır:


"Sizden ve Allah'tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden uzaklaşıyoruz..." (Meryem: 19/48)
  


Yüce Allah Ashab-ı Kehf hakkında da şöyle buyuruyor:


"Madem ki siz, onlardan ve onların Allah-u Teâlâ'nın dışında ibadet ettikleri varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının..." (Kehf: 18/16)
  


Allah-u Teâlâ, bu muhkem ayetlerde onların öncelikle müşriklerden ayrıldıklarını, mabudlarından önce müşriklerle ilgi ve alakalarını kopardıklarını haber veriyor.Şimdi bu gerçekler karşısında günümüzün alimleri (!) neredeler?



Bu kelimenin manasını dünün cahil kafirlerinin bildikleri kadar bile kavrayamıyor ve gerekleriyle amel etmiyorlar. Halbuki Allah-u Teâlâ'nın, mülkünde hiçbir ortağı olmayıp tek olduğu ve O'ndan başka ibadete layık ilah bulunmadığını bildirmek için din, tevhid kelimesiyle gönderildi, nebi ve rasulleri de bununla Allah-u Teâlâ'nın şanını yücelttiler. (Tevhid)

Şeyh Hamed b. Atik bu ayet hakkında şöyle dedi:

"Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyurdu:
 


"Muhakkak ki biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız."



 Bu ayetin incelikleri çoktur. Allah-u Teâlâ ayette putlardan önce putlara tapanlardan beri olmayı zikretmiştir.


Bunun sebebi putlara tapanlardan beri olmanın putlardan beri olmaktan daha önemli olmasıdır.



Çünkü putlardan beri olan, fakat onlara tapanlardan beri olmayan kimse, üzerindeki farzı yerine getirmiş olamaz.



Ancak müşriklerden beri olursa, onların taptıklarından da beri olmuş olur.



 Bu, Allah-u Teâlâ’nın şu ayetine benzer.



"(İbrahim dedi ki) Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzaklaşıyorum..." (Meryem: 48)

 Bu ayette de İbrahim (a.s)’in önce putlara tapanlardan, sonra da putlardan ayrıldığı geçmektedir. Buna benzer bir diğer ayet de şöyledir:



"(İbrahim) onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından uzaklaşınca ona İshak ve Yakub’u bağışladık ve hepsini de nebi yaptık." (Meryem: 49)



İşte bu inceliğe çok önem ver. Çünkü bu incelik, Allah-u Teâlâ’ın düşmanlarına düşman olmanın kapısını sana açar.


Şirk işlemeyen nice insan vardır ki bunlar şirk ehlinden beri olmamışlardır. Bu sebeple müslüman değildirler, çünkü, rasullerin bildirdiği dine uymamışlardır." (Sebil’in Necati Ve’l Fikak)




Şeyh İshak b. Abdurrahman şöyle dedi:



 "Kafirlere kalple kin beslemek yeterli değildir. Zira düşmanlık ve kin açıkça belli olmalıdır..." Sonra Mümtahine: 4 ayetini zikrederek sözlerine şöyle devam etti:

"Allah’ın bu ayetteki beyanını açıklayışına dikkatle bak! Çünkü bundan daha açık bir açıklama yoktur. Allah ayette:

"...başlamıştır." buyuruyor.


Bu ise; "ortaya çıktı, göründü" manasındadır. Dini açıkça ortaya koymak işte budur.

Düşmanlığı açık bir şekilde yapmak ise; kafirleri açık bir şekilde tekfir etmek ve onlardan bedenen ayrılmakla olur." (Eddureris Seniye cüz 7 s: 141 cihad bölümü)

Şeyh Süleyman b. Sehman şöyle dedi:



Mumtahine ayeti hakkında şöyle dedi:



"İşte bu, İbrahim (a.s)’in milletidir. Allah-u Teâlâ, İbrahim (a.s)’in milleti hakkında şöyle buyuruyor:


"İbrahim’in milletinden, kendini bilmeyenden başka kim yüz çevirir?" (Bakara: 130)        



Allah-u Teâlâ’nın düşmanlarına düşmanlık göstermek, bu düşmanlığı apaçık bir şekilde ortaya koymak, onlardan çok uzak durmak, onlarla dost ve  haşir neşir olmamak her müslümana farzı ayn olan amellerdir." (Durerus Seniye 7. bölüm. cihad bölümü s: 121)

Bu ayetin delalet ettiği üzere, tagutu reddin şekli ve sıfatı şu üç şekilde özetlenebilir:

1 - Müşriklerden, mürtedlerden ve tagutlardan beri olmayı ilan etmek.



Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor



"Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız.."     



2 - Onların ve tagutlarının düşüncelerini, bütün müesseselerini, kanunlarını ve anayasalarını reddettiğini ilan etmek, onların kanun ve sistemlerini kabul edenleri tekfir etmektir.



"Sizi reddettik...."

3 - Onlara, sistemlerine ve içinde bulundukları durumlarına karşı düşmanlık ve kin gösermek ve onlarla mümkün olduğu kadar el ve dille cihad etmektir.


"Bizimle sizin aranızda, bir olan Allah’a iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve kin başlamıştır."



Bu cihad, bu düşmanlık ve bu kin, onlar tamamen Allah’a iman edip teslim oluncaya yani, tagutları tekfir edip onlardan uzaklaşıncaya kadar sürecektir. Arada, kesinlikle hiç bir anlaşma ve uzlaşma noktası yoktur.



 Allah-u Teâlâ, müminlere dost; kafir, müşrik ve küfür üzerinde ısrar edenlere düşman olmanın imanın en sağlam, en büyük rükunlarından olduğunu, bu rükun yerine getirilmediği zaman yeryüzünde büyük bir fesatın olacağını bildirmiştir.

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

 "Muhakkakki iman edenler, hicret edenler, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, (muhacirleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte onlar birbirlerinin dostudurlar! İman eden ancak hicret etmeyenlerle, onlar hicret edene kadar sizin hiçbir dostluğunuz olamaz. Eğer, din konusunda sizden yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluklara karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah, yaptıklarınızı görendir. Küfredenler, birbirlerinin dostlarıdır. Eğer bunu yapmazsanız (birbirinize dost olmazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad olur." (Enfal: 72-73)

Allah-u Teâlâ bu ayette şöyle buyurmaktadır:

"Eğer müminleri dost edinmeyip küfür ve şirk üzerinde ısrar edenlere dost olur, onlara düşman olmaz ve böylece iman ehline düşman olursanız yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur. Çünkü hak ile iman şirk ile tevhid karışır. Tevhid inancı bulanır. Allah-u Teâlâ’nın; "sadece O’na ibadet edip hiçkimseyi O’na ortak koşmama"yı bildiren emri kaybolur ve İslam şeriatinin pratiği ortadan kalkar.



Allah-u Teâlâ'ya yemin ederim ki, bu dünyada, batıl ve ehlinden bugün beri olmayan, şüphesiz ahirette ondan beri olmayı ve dünyaya geri dönmeyi temenni edecektir. Ama ne yazık ki bu olmayacak ve o günkü pişmanlık sahibine bir şey kazandırmayacaktır. Allah-u Teâlâ bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

"O gün yüzleri ateşe çevrilenler derler ki: "Keşke Allah’a ve rasulüne itaat etseydik. Rabbimiz! Biz,  kendi liderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Ve onlar bizim yolumuzu saptırdılar. Rabbimiz onlara azabtan iki kat ver ve onlara büyük lanet et!" (Ahzab: 66-68)

 "O vakit tabi olunanlar, tabi olanlardan ayrılarak uzaklaşmıştır ve (her iki taraf da) azabı görmüştür ve onların (aralarındaki) bütün bağları da kopup parçalanmıştır. Tabi olanlar: "Ah keşke bir kere daha (dünyaya) döndürülsek de onların  bizden ayrılarak uzaklaştıkları gibi biz de onlardan ayrılarak uzaklaşsak!" derler.  Allah böylece onlara işledikleri amelleri hasretler (pişmanlıklar) halinde gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir." (Bakara: 166-167)

Allah-u Teâlâ’nın muvahhid kullarından olmak isteyen, bu asrımızın yesağının kanunlarından, bu kanunları koyanlardan, bu kanunlara tabi olan ve onu müdafa edenlerden beri olmalı, iğrenç olan bu yeni dine ve ona tabi olanlara ise, bu dine bağlandıkları müddetçe düşman olup onları tekfir etmelidir.

 İşte bu, İbrahim (a.s)’in milletinin dini ve bütün nebi ve rasullerin dinidir. Bu ise; bütün ibadetleri ihlaslı bir şekilde sadece Allah-u Teâlâ'ya yapmak, şirkin ve müşriklerin her çeşidinden beri olmak manasına gelen tevhid kelimesidir ve insanlar ilk olarak buna davet edilirler.

Şimdi verdiğimiz bu açık delillerden sonra yine de kalkıp “Siz neden halkı tekfir ediyorsunuz. Siz tekfircisiniz” diyen bir kişilere söylenilecek en doğru söz şudur;

“Eğer hakkı sadece bir rant kaynağı olarak istismar ediyorsanız bu yaptığınız Allah’ın dinini baltalamaktan başka bir şey değildir. İlahi hükümleri tahrif etmek veya onları hafife almak Allah’ın azabını hakketmenizin göstergesidir. Bu yüzden tevbe edin ve bu yolun sapıklıktan ibaret olduğunu açıklayın ki Allah sizin tevbenizi kabul etsin.”

Müslümanın Milliyeti Akidesidir

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

İslâm insanlığa ilişkiler, değerler, ölçüler ve bunların alındığı kaynağa dair yeni bir anlayış getirmiştir.
İslâm insanı Rabbine döndürmek; varlığını, hayatını, ölçü ve değerlerini aldığı yeri en yüce otorite kılmak için gelmiştir. İlişki ve bağlantılarını ona göre ayarlar. Ondan gelmiş, yine ona dönecektir.
<span>İnsanları Allah-u teala'ya bağlayan bir tek bağın olduğunu vurgulamak için gelmiştir. Bu olmazsa, ne bir saygı, ne de bir sevgi kalır:

"Babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile, Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir milletin Allah'a ve peygamberine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini göremezsin."

Allah-u teala'ya ait çok değil, bir tek hizb vardır. Diğer hizbler şeytana ve tağuta aittirler:

"İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kafirler ise tağut yolunda savaşırlar. Şeytanın dostlarıyla savaşın, gerçekte şeytanın hilesi zayıftır." (Nisa, 76)

Allah-u teala'ya ulaştıran tek bir yol vardır. Diğer yollar kesinlikle ona ulaştırmazlar:

"Bu dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın." (Enam, 168)

İslâmî olan tek bir düzen vardır. Onun dışındakilerin hepsi cahilidir.

"Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim 
vardır.?" (Maide, 50)

Tek bir şeriat vardır. O da İslâm Şeriatıdır. Diğerleri heva ve hevese dayanan düzenlerdir:

"Sonra, seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık, ona uy. Bilmeyenlerin heveslerine uyma!"
(Casiye, 18)

Ve meydanda çok değil, yalnızca tek bir hakikat vardır. Diğerleri sapıklıktır:

"Hakikatin dışında sadece sapıklık vardır. Öyleyse nasıl olup da döndürülüyorsunuz?" (Yunus, 32)

Üzerinde İslâm devletinin kurulu bulunduğu, Allah-u teala'nın şeriatının egemen olduğu, hadlerinin uygulandığı müslümanların birbirlerinin velileri olduğu tek bir dâr (ülke) vardır. O da dar-ül İslâm'dır. Onun dışındakiler dar-ül harp'tir. Müslümanın onunla ilişkisi ya savaştır, ya da ahd-i eman yapmaktır. O dar-ül İslâm değildir. Oranın halkıyla müslümanlar arasında bir velayet (dostluk) da yoktur:

"Doğrusu iman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve muhacir</span>leri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin velisi (dostu) dirler. İman edip, hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür. İnkâr edenler, birbirlerinin velisi (dostu) dirler. Eğer siz birbirinizle dost olmazsanız yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar. İman edip hicret eden, Allah yolunda savaşanlar ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte onlar gerçekten mü'min olanlardır. Onlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır. Sonra iman edip hicret eden ve sizinle birlikte savaşanlar, işte onlar sizdendir." (Enfâl, 72-75)

İslâm böyle bir bütünlük ve kesinlikle insanı yükseltmek, onu toprak ve kan bağından kurtarmak için gelmiştir. Allah-u teala'nın şeriatının hakim olmadığı, onunla mensupları arasındaki ilişkilerin Allah esasına dayanmadığı yer müslümana vatan olamaz. Onu, İslâm ümmetinin, İslâm ülkesinin bir üyesi yapan akidesinin dışında bir milliyeti de yoktur. Müslümanın Allah-u teala'ya imandan kaynaklananın dışında bir yakınlık bağı da yoktur.
Yaratan'a iman edip, sonra akrabalık buna eklenmedikçe; müslümanın babasıyla, anasıyla, kardeşiyle, aşiretiyle yakınlığı gerçekleşmez:

"Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren, Rabbinizden sakınıp korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten sakının." (Nisa, 1)

Bu, müslümanlara düşman olan cephede olmadıkları müddetçe; akide farkına rağmen ana-babayla güzel bir şekilde ilişki kurmaya engel değildir. Eğer düşmanlıkta bulunurlarsa ne bağ, ne de ilişki kalır.

Abdullah b. Abdullah b. Ubeyy bize muhteşem bir örnek vermektedir:

İbn-i Cerir'in İbn-i Ziyad'dan rivayetine göre şöyle dedi:
Allah Rasûlü Abdullan b. Abdullah b. Ubeyy'i çağırdı. "Babanın ne dediğini biliyor musun?" dedi. O da, anam babam sana feda olsun, ne diyor? dedi.

Allah Rasûlü buyurdu ki:
"baban, Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı çıkaracak, diyor" 
Ey Allah'ın Rasûlü şüphesiz doğru söylemiş. Allah güçlü, o zayıftır. Sen Medine'ye geldiğinde Allah'a yemin olsun, herkesin de bildiği gibi babasına benden daha saygılı kimse yoktu.
Eğer Allah ve Rasûlü onun başını getirmemle razı olacaklarsa hemen getireyim.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem; "hayır", dedi.

Medine'ye geldiklerinde Abdullah, elinde kılıç kapıda babasının karşısına geçip:
"Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı çıkaracak diyen, sen misin" dedi.
"Allah'a yemin olsun gücün (izzetin), sana mı, yoksa Allah Rasûlü'ne mi ait olduğunu söyleyeceksin. Allah ve Rasûlü'nün izni olmadıkça ne buranın gölgesine, ne de içeriye girebilirsin" dedi.

"Ey Hazrec" dedi.
"İbn-i Ubeyy oğlum, beni evime girmekten alıkoyuyor".
Bazı insanlar geldiler, onunla konuştular.

"Allah ve Rasûlü'nün izni olmadıkça kesinlikle girmeyecek" dedi.
Peygambere gelip olan biteni haber verdiler.

"Ona gidin, bırakın evine girsin, deyin" buyurdu. Ona gelip peygamberin sözünü bildirdiklerinde,
"Onun emri geldiğine göre, artık girebilir", dedi.

Akide bağı yerleştiğinde, aralarında nesep ve akrabalık bağı olmasa bile, bütün mü'minler kardeştir:

"Doğrusu iman edip hicret edenler, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte onlar birbirlerinin velisidirler."(Enfal, 72)

O, bir nesli aşıp sonraki nesillere ulaşan, bu ümmetin başını sonuna, sonunu da başına sevgi, saygı, dostluk bağıyla bağlayan bir velayettir:

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler karşısında bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde olsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, İşte onlar mutluluğa erenlerdir. Onlardan sonra gelenler, "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde müminlere karşı kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz sen şefkatlisin, merhametlisin" derler." (Haşr, 9-10)


Allah-u teala zaman tüneli içinde kendilerinden önce iman etmiş olan peygamberlerden örnekler verir:

"Nuh Rabbine seslendi: Rabbim! Oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin. Allah: Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz, çünkü o, iyi olmayan bir iş yapmıştır. Öyleyse bilmediğin bir şeyi benden isteme! Sana cahillerden olmamanı öğütlerim, dedi. "Rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum, dedi." (Hud, 45-47)

"Rabbi İbrahim'i bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, "seni onlara önder kılacağım" demişti. O, "soyumdan da" deyince "Zalimler benim ahdime erişemez" buyurmuştu."(Bakara,124)

"İbrahim: "Rabbim! Burasını emin bir şehir kıl, halkından, Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri rızıklandır" demişti. Allah da; "İnkar edeni de az bir müddet geçindirir, sonra da onu ateşin azabına uğramak zorunda bırakırım, ne kötü sonuç" buyurmuştu." (Bakara, 126)

İbrahim, babasının ve anasının sapıklıkta ısrar ettiklerini görünce, onları terkeder:

"Sizin Allah’tan başka ibadet ettikleriniz bırakıp çekilir, Rabbime dua ederim. Rabbime ettiğim duada mahrum kalmayacağımı umarım." (Meryem, 48)

İbrahim, kavmi ve onlarda bulunan güzel örnekten de şöyle bahseder:

"İbrahim ve beraberinde olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani bir zaman onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi reddettik. Yalnız Allah'a iman etmenize kadar bizimle sizin aranızda ebedi bir düşmanlık ve kin ortaya çıkmıştır." (Mümtahine: 4)

Ashab-ı Kehf gençleri de, dinlerini Allah-u teala'ya özgü kılmak için ailelerini, milletlerini, topraklarını bırakıp gitmişlerdir. Vatanlarında, ailelerinde, kabilelerinde kendilerine bir yer bulamayınca akideleriyle Rabblerine sığınmışlardı:
"Onlar Rablerine iman etmiş bir kaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. Durup, şöyle demişlerdi:
"Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. O'nu bırakıp başka bir ilaha dua etmeyiz, yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz Allah'ı bırakıp O'ndan başka ilahlar edindiler. Onların gerçek olduğuna dair apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Onlara:

"Siz onlardan ve Allah’tan başka ibadet ettiklerinizden ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin" denildi." (Kehf, 13- 16)

Nuh ve Lut'un hanımları, eşlerinden, akideleri farklı olduğu için ayrılıyorlardı.

"Allah inkar edenlere, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını örnek verir. Onlar kullarımızdan iki iyi kulun nikahı altında iken onlara karşı hainlik edip inkarlarını gizlemişlerdi de o iki peygamber Allah’tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına cehenneme girenlerle beraber siz de girin, denildi." (Tahrim, 10)

Öte tarafta da Firavun'un hanımı vardır:

"Allah iman edenlere Firavun'un karısını örnek verir. O, Rabbim! Katından bana cennette bir ev yap, beni Firavun'dan ve yaptıklarından kurtar, beni zalim milletten kurtar, demişti." (Tahrim, 11)

Böylece bütün ilişki ve bağlarda örnek çoğalmaktadır:

- Nuh kıssasında babalık bağı,

- İbrahim kıssasında oğul ve vatan bağı,

- Ashab-ı kehf kıssasında aile, kabile ve vatan bağı,

- Nuh ve Lut'un karılarıyla, Firavun'un karısında eş bağı gözler önüne serilmektedir.

Orta (vasat) ümmete gelinceye kadar, bu büyük kervan ilişki ve bağların gerçekliğini, düşüncesini de taşıdı. Bugün bu ümmet bir örnek ve tecrübe birikimine sahiptir.

Müslüman ümmete düşen şey, Rabbani yönteme göre davranmaktır. Akide farklılaştığında kabile ve ev de farklılaşmış, bölünmüştü. Böylece tek bir bağ çıkmıştı ortaya.

Mü'minlerin sıfatıyla ilgili Allah-u teala şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile, Allah'a ve rasulüne karşı gelenlere sevgi beslediklerini göremezsin. İşte Allah imanı bunların kalplerine yazmış ve katından bir nur ile onları desteklemiştir. Onları altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuştur. İşte bunlar Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki saadete erecek olanlar Allah'tan yana olanlardır."  (Mücadele, 22)

Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile amcası Ebu Leheb, amca-oğlu Amr b. Hişam (Ebu Cehil) arasındaki akrabalık bağı kesildiğinde; muhacirler aileleri ve akrabalarıyla savaşıp onları öldürdüklerinde, muhacirlerle ensar arasında akide bağı oluştu. Onlar aile ve kardeş oldular.

Müslüman Araplarla kardeşleri Suheyb-i Rumî, Bilal-i Habeşî ve Selman-ı Farisî arasında akide bağı kuruldu. Kabile, ulus ve toprak asabiyeti ortadan kalktı.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Asabiyetten vazgeçin. O bir pisliktir"

Yine onlara şöyle dedi:

"Asabiyyet üzerine ölen bizden değildir" 

Bu pisliğin işi bitmişti. Soy sopun işi sona ermişti. Ulus kiri temizlendi. Et ve kan kokuşmuşluğundan uzak, yüce ufuklara ulaştı insanlık.

O günden beri müslümanın vatanı toprak olmadı hiç. Onun vatanı akidesinin egemen olduğu, yalnızca Allah-u teala'nın
şeriatın yürürlükte olduğu, sığındığı, savunduğu, korumak için uğruna şehid olduğu "dar-ül İslâm"dır. Orası İslâm'ı akide kabul eden, şeriatını şeriat kabul eden herkesin vatanıdır.

"Dar-ül İslâm"da yaşayan ehli kitap gibi, müslüman olmayanlar bile İslâm şeriatını düzen olarak kabul ediyorlarsa, orası onların da vatanı olur.

İslâm'ın egemen olmadığı, şeriatının yürürlükte olmadığı ülke müslümana, anlaşmalı zımmiye göre "dar-ül harb" tır. Orada doğmuş, orada akrabaları, malı-mülkü olsa bile müslüman onlarla savaşır.

Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ailesinin, kabilesinin bulunduğu, kendisinin ve arkadaşlarının evlerinin bulunduğu, mallarını terkettikleri Mekke ile savaşmıştı. Orası ona ve ümmetine ancak orada İslâm kabul edildiğinde, şeriatı uygulandığında vatan olmuştu.


İslâm budur işte.

İslâm ne dil ile söylenen, ne de üzerinde İslâmî bir etiketin, bir ismin bulunduğu doğulan yer, ne de müslüman ana-babadan doğan birinin tevarüs ettiği şeydir.

"Hayır, Rabbine yemin olsun ki, aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar."  (Nisa, 65)

İslâm sadece budur.

oprak, ulus, neseb, akrabalık, kabile, aşiret değil, yalnızca odur; Dar-ül İslâm.
İslâm, insanları göğe uzansınlar diye toprak bağlarından, yüceler yücesine yükselsinler diye de kan prangalarından kurtarmıştır.

Müslümanın özlemini çektiği, savunduğu vatan bir toprak parçası değildir. Müslümanın tanıdığı ulus, egemen ulus, değildir. Müslümanın aşireti sığındığı, savunduğu kan bağından ileri gelen aşiret değildir.

Müslümanın bayrağı, aziz bildiği, uğruna şehid olduğu bayrak, herhangi bir kavmin bayrağı değildir.

Müslümanın istediği elde ettiğinde bundan dolayı şükrettiği galibiyet herhangi bir ordunun zaferi değildir.

Allah şöyle buyuruyor:
"Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce Rabbini hamdederek tesbih et. O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir."  (Nasr, 1-3)

Zafer diğer bayrakların değil, akide bayrağının altındadır.

Cihad başka amaçlar için değil, yalnızca Allah-u teala'nın dini ve şeriatı galib gelsin diyedir.
Herhangi bir ülkeyi değil, belirtilen şartlar dahilinde İslâm ülkesini savunmaktır. Ne bir ganimet, ne bir şöhret, ne bir toprak ya da ulus, nede çoluk çocuk için değil, sadece Allah için. Onları Allah-u teala'nın dininden uzaklaştıracak, fitneden korumak bunun dışındadır.

Ebu Musa'dan radiyallahu anh rivayet edildiğine göre şöyle dedi:
"Allah Rasûlü'ne sallallahu aleyhi ve sellem cesurluk, asabiyet ve riya için savaşan kimselerden hangisinin Allah yolunda olduğu soruldu. Şöyle buyurdu:

"Kim Allah'ın dini üstün olsun diye savaşırsa, o Allah yolundadır."
İnsan, bu biricik hedefin uğruna; Allah-u teala'nın rızasının dışında herhangi bir savaşta, herhangi bir hedef için değil, ancak bu yolda savaşırsa şehid olur.

Müslümanm akidesiyle savaşan, onu dininden alıkoyan şeriatını uygulamayı yasaklayan her ülke, orada müslümanın ailesi, aşireti, kavmi, malı ve ticareti dahi bulunsa; "dar-ül harb" tir.
Akidesinin hakim olduğu, şeriatının uygulandığı her ülke, orada müslümanın ailesi, aşireti, kavmi ve ticareti bulunmasa da orası, "dar-ül İslâm" dır.

Ülke, Allah-u teala'nın koyduğu akidenin, hayat düzeninin, şeriatın hükmettiği yerdir. İnsana layık olan ülke budur. Milliyet, akide ve hayat tarzıdır. Ademoğullarının layık olduğu temel bağ budur.

Aşiret, kabile, kavim, milliyet, renk ve toprak asabiyyeti geri kalmışlık, düşüklük belirtisidir. İnsanlığın ruhsal düşüşlere uğradığı dönemlerde ortaya çıkan cahili bir olgudur.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, yaydığı pis ve iğrenç kokudan dolayı ırkçılığı kokuşmuşluk olarak nitelemiştir.
Yahudiler kendilerini, milliyet ve kavimlerinden dolayı Allah-u teala'nın seçilmiş milleti olduklarını iddia ettikleri zaman, Allah bunu reddetti. Allah, gelip geçen nesilleri, değişe gelen kavimleri, millet ve ülkeleri değil, imanı ölçü olarak koymuştu:

"(Allah, Rasulullah'a bağlı olanlara hitab ederek şöyle diyor): "Bizler Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a), İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına indirilenlere, Musa'ya verilene (Tevrat'a), İsa'ya verilen (İncil)e ve (bütün) nebilere rableri katından verilen (bütün kitap ve sahife)lere iman ettik. (Bu konuda) onların arasında bir fark gözetmeyiz. Bizler O'na (Allah'a kalb ve hareketlerimizle) </span><span>teslim olanlardanız" deyin.

Eğer (yahudi, hristiyan ve müşrikler) sizin iman ettiğiniz şekilde iman ederlerse (işte o zaman) hidayet üzere olurlar. Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz onlar büyük bir ayrılık içerisindedirler. (Ey Muhammed! Onlara karşı) Allah size kafi gelecektir (sizi koruyacaktır). (Çünkü) O Semi ve Alim'dir. Allah'ın boyası ile boyanın. Allah'dan daha güzel boyaması olan kimdir? Bizler (yalnız Allah'ın boyasıyla boyanarak) yalnız O'na ibadet edenlerdeniz." (Bakara, 136-138)

Gerçekten Allah-u teala'nın seçilmiş milleti, aralarında çeşitli milliyet, kavim, renk ve ülke farkları bulunan Allah-u teala'nın bayrağının gölgesinde yaşayan İslâm ümmetidir:

"Siz insanlar arasında ortaya çıkarılan hayırlı bir ümmetsiniz, iyiyi emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a iman edersiniz" (Âl-i İmrân,110)

İlk safında;

- Arap Ebû Bekir'in,

- Habeşli Bilal'in,

- Bizanslı Suheyb'in,

- İran'lı Selman'ın bulunduğu ve sonraki nesillerin izlediği bu muhteşem çizginin hakim olduğu ümmetin;

- milliyeti "akide", 

- ülkesi "dar-ül İslâm",

- hakimi "Allah",

- anayasası da "Kur'an" dır.

Bu yüce ülke, milliyet ve akrabalık anlayışı, Allah-u teala'ya davet erlerinin ( Allah-u teala'ya davete başkoyanların) gönüllerine egemen olması gereken anlayıştır. Bu o kadar açık olmalı ki, hiç bir yabancı cahili düşünce ona karışmamalı. Hiç bir gizli şirk türü ona sızmamalı. Yeryüzünde milliyet, kavim, sayı, küçük çıkarlar vb. gibi gizli şirkleri Cenab-ı Allah tek bir ayette zikredip, bir kefeye; imam ve gereklerini de ayrı bir kefeye koyarak seçimi insanlara bırakmaktadır:

"De ki" Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan, Peygamberinden, Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez:"  (Tevbe, 24)

Cahiliye ve İslâm'ın gerçekliği, "dar-ul harb" ve "dar-ül İslâm"ın niteliği konusunda, Allah-u teala'ya davet erlerinin (Allah-u teala'ya davete başkoyanların) kalblerine yüzeysel şüpheler gelmemelidir. Aksi takdirde anlayışları karışabilir:

- İslâm'ın hükmetmediği, şeriatının yürürlükte olmadığı bir yerde "İslâm" yoktur.

- İslâm'ın yöntemi ve hukukuyla (yasaları ve diğer öğeleri ile) egemen olduğu yerin dışında "dar-ul İslâm" yoktur.

- "İman"dan sonra ancak "küfür" vardır.

- "İslâm"ın dışında kalan her şey "cahiliye"dir.

- "Hakkın" ötesinde ancak "sapıklık dalâlet." vardır.

Yoldaki İşaretler
Seyyid Kutub

Cehennemden İkâz ve Cehennem Ehlinin Halini Bildiren Kitab - Ibn Receb Al Hanbeli


Cehennemden İkâz ve Cehennem Ehlinin Halini Bildiren Kitab - Ibn Receb Al Hanbeli
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


  • Cehennem'den Uyarma ve Sakındırma


Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, iri gövdeli, haşin, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır." (Tahrim: 6)  

 "Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- yakıtı insanlar ile taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış olan Cehennem ateşinden korkunuz." (Bakara: 24) "Kafirler için hazırlanmış olan cehennem ateşinden sakınınız." (Al-i İmran: 131)

yine buyurdular: "Ben sizi alev saçan bir ateşe karşı uyardım." (Leyl: 14)"Onların üstlerinde ateşten gölgeler, altlarında da ateşten gölgeler vardır. İşte Allah, kullarını bu azabıyla korkutuyor. Ey kullarım! Benden korkun." (Zümer: 16)

Yine başka bir ayette ise: "Bu insan için bir öğüttür. Hayır, hayır! Andolsun aya, gerileyen gece karanlığına, söken şafağa. Sakar (cehennem) büyük gerçeklerden biridir. İnsanlar için uyarıcıdır. Aranızdaki ilerlemek isteyenler için de, geriye gitmeyi tercih edenler için de."(Müddesir: 31-37)

Hasan Rahmetullahi Aleyh:  "İnsanlar için uyarıcıdır" ayeti kerimesinin tefsirinde: "Allah Teâlâ kullarını bundan daha keskin bir şekilde uyarmamıştır," dedi. (İbn Ebi Hatim) 

 Katâde Rahmetullahi Aleyh'de:  "O, büyük gerçeklerden biridir" ayeti kerimesinde "Cehennem kast edilmiştir,"dedi. Simâk b. Harb, Numan b. Beşir'in hutbe okurken şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den şöyle işittim:"Ben sizi alev saçan ateşe karşı uyardım, ben sizi alev saçan ateşe karşı uyardım!" Hatta çarşıda bulunan biri Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in dediğini "benim bulunduğum bu makamdan işitebiliyordu," dedi ve üzerinde bulunan siyah aba düşüp ayaklarına indi." (İmam Ahmed)

Yine Numan b. Beşir'in rivayetine göre Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:"Ben sizi alev saçan ateşe karşı uyardım, ben sizi alev saçan ateşe karşı uyardım!" Çarşının en uzak yerinde bulunan kişi ve çarşıda bulunan herkes Peygamber'in Sallallahu Aleyhi ve Sellem minberde sesini işitebiliyordu.

 Simâk'tan gelen diğer bir rivayette ise Numan'dan: Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in üzerinde siyah bir aba bulunduğu halde hutbe verirken şöyle buyurduğunu işittim: "Ben sizi alev saçan ateşe karşı uyardım, ben sizi alev saçan ateşe karşı uyardım!." Eğer bir kişi burada yada şurada olsaydı mutlaka sesini duyardı. 

 Adî b. Hatem'den rivayet edildiğine göre, Resûlallah Sallallahu Aleyhi ve Sellem:"Ateşten korununuz" buyurup yüzünü çevirdi. Sonra yine: "Ateşten korununuz." >buyurdu. Sonra yine yüzünü çevirdi ve bunu üç defa tekrar etti. Öyle ki, biz onun ateşin sıcaklığından yüzünü çevirdiğini zannettik. Sonra buyurdular ki:
"Cehennem ateşinden bir parça hurma -sadaka olarak vererek- ile dahi olsa kendinizi koruyun. Eğer -bir parça hurma bulamazsanız- güzel bir sözle kendinizi muhafaza ediniz."(Buharî-Müslim

 Enes Radıyallahu Anhu'nunn Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den rivayet ettiğine göre şöyle buyurdular: "Allah Teâlâ'nın sizi teşvik ettiği şeye rağbet ediniz. Cehennem, azabı ve cezası ile korkuttuklarından da korkup sakınınız. Eğer Cennetten bir damla sizinle olsaydı dünyada içinde bulunduğunuz nimetlerden daha iyidir. Yok, eğer Cehennemden bir damla sizinle olsaydı dünyanızda elinizde ne varsa onu yok etmeye yeterdi." (Beyhaki rivayet etmiştir. Bu rivayette cehalet vardır.)
 Sahihayn'de Ebu Hüreyre Radıyallahu Anhu'dan rivayet edildiğine göre:Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: "Benim ve ümmetimin hali ateş tutuşturan, ateşe kelebek ve diğer hayvanların geldiği adamın durumuna benzer, siz ateşe batarken ben sizin peştemalinizden yakalarım"  buyurdular. (Buharî-Müslim) 

Müslim'de gelen rivayette ise Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: "Benim örneğim ateş yakan adamın örneği gibidir, ateş aydınlık yaptığında kelebekler ona gelmeye başlarlar ve etrafında ki şu hayvanlar da içine girmeye başlar, adam onlara engel olmaya çalışır ancak başaramaz ve hayvanlar ateşe dalarlar" sonra dedi ki:"işte benim ve sizin durumunuzdur, ben ateşten uzak dur, ateşten uzak dur, diyerek peştemalinizden tutarım, ancak siz bana galabe çalar ve içine girmeye başlarsınız".

İmam Ahmed'in rivayet ettiğine göre: "Ey ümmet benim ve sizin misaliniz geceleyin ateş yakan adamın misali gibidir, kelebekler ve ateşe giden böcekler ona gelmeye başlarlar, adam onlara engel olmaya çalışır ancak ateşe düşmelerine engel olamaz, işte bende aynı şekilde peştemalinizdan yakalar ve sizi Cennete çağırırım ancak bana galabe çalar ve Cehenneme düşersiniz".

Yine İmam Ahmed, Abdullah İbn Mes'ud Radıyallahu Anhu'dan Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allah Teâlâ bazı şeyleri haram kıldı, ancak sizden birilerinin onları işleyeceğini bildi, siz ateşe kelebek ve böceklerin gittiği gibi gidersiniz ben ateşe düşmemeniz için peştamalinizden yakalarım".

 Abdullah İbn Abbas Radıyallahu Anhu'ın hadisinde Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdular: "Ben sizi uyarıyorum Cehennemden sakınınız. Allah Teâlâ'nın koyduğu sınırları aşmayınız! Öldüğünüzde terk edilirsiniz ve ben sizin için havz'ın başındayım. Kim gelirse kurtuluşa erer. Bazı kavimler sol tarafa alınırlar ben Ya Rabbi ümmetim diyorum. Şöyle buyururlar: "Onlar senden sonra gerisin geriye döndüler-yani eski inançlarına döndüler-." (Bezzâr ve Teberânî'nin rivayet

 Başka rivayetinde Bezzâr: "Ben sizi uyarıyorum ve diyorum ki; Cehennemden sakınınız! Sınırlan aşmaktan sakınınız! Cehennemden sakınınız! Hadleri aşmaktan sakınınız!" Sonra hadisin kalan kısmını rivayet etti. 

İmam Müslim'in "Sahih"inde Ebu Hureyre Radıyallahu Anhu şöyle dedi:  "Ve yakın akrabalarım uyar." (Şuara: 214) ayeti kerimesi nazil olduğunda Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bütün Kureyşlileri toplanmaya davet etti. Bütün Kureşliler toplandılar. Sonra Peyagamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdular: "Ey Ka'b oğulları! Ey Lüey oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden koruyunuz.Ey Mürre b. Ka'b oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden koruyunuz.Ey Abduş-şems oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden koruyunuz. Ey Abdelmenaf oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden koruyunuz. Ey Haşim oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden koruyunuz. Ey Abdulmuttalib oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden koruyunuz.Ey Muhammed kızı Fatıma! Kendini ateşten koru! Çünkü ben Allah'ın yanında sizin için hiçbir şeye sahip değilim." 

 Ya'lâ b. El-Eşkad, Küleyb b. Hüzn'den anlattığına göre Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şöyle buyurduğunu işitim dedi: "Gücünüzün nisbetince Cenneti isteyiniz ve yine gücünüzün yettiği kadar Cehennemden kaçınız. Çünkü Cennet, kendisini isteyene karşı ilgisiz kalamaz ve Cehennemde kendisinden kaçandan gafil olmaz. Ahiret tuzaklarla sarılıdır. Dünya ise şehvet ve lezzetlerle sarılıdır. Sakın ha! Dünya sizi ahireti kazanmaktan mahrum etmesin." (Tabaranî ve bazıları rivayet etti. Bu hadisi aynı zamanda Ya'lâ b. A'meş o da Abdullah b. Cerat'tan o da Peygamber (s.av)'den rivayet etmiştir. Ya'lanın hadisi batıl ve münkerdir.)

Yahya b. Abdullah b. Abbas Radıyallahu Anhu'ından rivayet ettiğine göre Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdular: "Ne Cehennemden kaçanın uyuduğunu ne de Cenneti isteyenin uyuduğunu gördüm."(Tirmizî rivayet etmiştir. Yahya için zayıftır denilmiştir. İbn Merdeveyh bundan daha güzel bir şekilde diğer bir rivayeti vardır Ebu Hüreyre'den. Taberanî de bunun bir benzerini Enes Radıyallahu Anhu tan rivayet etmiştir. İbn Adî zayıf bir isnatla Ömer Radıyallahu Anhu dan rivayet etmiştir.) 

Yusuf b. Atiyye, Mualla b. Ziyat'tan rivayet ettiğine göre: Harb b. Hayyan bazı geceler dışarı çıkar ve avazı çıktığı kadar bağırır ve şöyle derdi:"Ne tuhaftır Cenneti isteyipte uyuyan kişi ve ne tuhaftır Cehennemden kaçınıpta uyuyan adamın hali. Sonra şu ayeti kerimeyi okurdu:  "Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?"
(A'raf: 97)

Ebul Cevzâî: "Eğer yetkili olarak atansaydım, yollara minareler diker ve insanlara şöyle seslenmelerini isterdim: "Cehennem var Cehennem var!" </span><span>(İmam Ahmed "Zühd" isimli kitabında rivayet etti.) 

Abdullah b. Ahmed aynı kitapta geçtiğine göre Malik b. Dinar'dan rivayet ettiğine göre şöyle dedi: "Eğer kendime yardımcılar bulsaydım Basra'da minarelerde gece insanları Cehennem var Cehennem var diye uyarırdım" Sonra şöyle dedi: "Eğer yardımcılar bulsaydım onları dünyanın minarelerine dağıtırdım. Sonra ey insanlar Cehennem var Cehennem var demelerini isterdim."



 

1.  Seleften Ateş Gördüklerinde Kendilerini Kaybedenler

Selefi salihinden bazı alimler ateşten söz edildiğinde halleri değişir ve tedirgin olurlardı. Allah Teâlâ Cehennem hakkında şöyle buyurdu:
"Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma kıldık."
Mücahid ve bazı müfessirler bu ayeti şöyle tefsir ettiler:
"Dünya ateşi ahiret ateşini hatırlatır."

Ebu Hayyan Et-Temimî şöyle dedi:
"Otuz yıl ya da daha fazla bir zaman önce işittim ki, Abdullah b. Mes'ud demirci körüğünde çalışanlara uğradığında yere yığılırdı." (İmam Ahmed)

İbn Ebi Dünya, Said b. Ahzemî'den şöyle rivayet etti:
"İbn Mes'ud ile birlikte yürüdüğümüzde demircilere uğrardı, onların ateşten bir demir parçası çıkardıklarını gördüğünde orada durur, onlara bakıp ağlardı."

Atâ El-Horasanî şöyle dedi: </span>
<span> "Veysel Karanî -Üveys-ül Karnî- demircilerin bulunduğu yere gelir onların körüğü nasıl çalıştırdıklarına bakardı. Ateşin sesini duydukça çığlık atıp yere düşerdi".</span>

İbn Ebi Zübab'ın rivayetine göre:
"Talha ve Zeyd demircilerin körüğüne uğrar durup ona bakıp ağlarlardı."

A'meş şöyle dedi:
"Rebi b. Heysemî'yi görenler bana şöyle naklettiler:
" Demircilere uğrar körüğe ve içindekine bakar ve yere yığılırdı."

Matar El-Verâk:
"Hammeme ve Herem b. Hayyan sabahladıklarında demircilerin körüklerine uğrarlardı, demirin nasıl kızardığına bakıp ağlarlardı ve ateşten azad edilmeyi yüce mevladan niyaz ederlerdi."

Hammad b. Seleme Sabit'ten rivayet ettiğine göre:
"Beşir b. Ka'b ve Basra kurraları, demircilere gelip ateşin çıkardığı sese bakıp ateşten Allah Teâlâ'ya sığınırlardı."

El-Ala b. Muhammed şöyle dedi:
"Atâ es-Süllemî'nin yanına girdim onu yerde baygın yatarken gördüm."
Eşine dedim ki: "Bu ne haldir böyle?" dedi ki: "Komşularımızdan biri fırını yakıp iyice kızdırdı. O'da bunu gördüğünde bayılıp yere yığıldı."

Muaviye El-Kenedî de şöyle dedi:
"Ata Es-Sülemi yanında alevli bir ateş olan bir çocuğa rastladı ateş rüzgara kapıldı, bunu gördüğünde bayılıp yere düştü."

Hasan Radıyallahu Anhu ise şöyle dedi:
"Ömer Radıyallahu Anhu ateş yakıldığı zaman elini ateşe tutardı sonra şöyle derdi:
"Ey Hattab'ın oğlu sen buna sabredebilir misin?"

Ahnef b. Kays gece kandilin yanına gelir ve parmağını üzerine tutar sonra kendi kendine şöyle söylenirdi:
"Hisset!, hisset!"</span> daha sonra şöyle diyordu:
"Bu gün şunu şunu yapmaya seni sevk eden ne idi? Şu gün seni şunu yapmaya iten sebep ne idi?"

El-Buhterî b.Harise abid bir kişinin yanına girdi. Elinde alevli bir ateş vardı nefsini cezalandırıp kınıyordu. Bu hali ölene kadar devam etti.
Salih kimseler Cehennem ve Cehennem azabını anlatırken sanki dünyada görmüş gibi anlatırlar ya da deniz ve deniz dalgaları ve kızarmış kafaları, çocukların soğuk ve sıcakta, aç ve susuzlukta ağlamalarını görmüş de öylece anlatıyor gibi anlatıyorlar. Bunlara benzer halleri yeri geldikçe nakledeceğiz inşallah.
Daha önce zikretmiştik. Onlardan bazıları hamama girdikleri zaman Cehennemi hatırlıyorlardı.

Leys, Talha'dan rivayet ettiğine göre şöyle dedi:
"Bir adam çıka geldi elbiselerini çıkardı ve -sıcak- kumda ağlamaya başlayıp nefsine:
"Cehennem ateşini tad!, tad!."
"Cehennem ateşi daha çok sıcaktır" (Tevbe: 81)
Gece leş gündüzde tenbellikten başka bir şey değilsin, diye çıkışıyordu. O bu halde iken Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i ağacın gölgesinde gördü ve O'na doğru gelip:
"Nefsim bana galip geldi," dedi.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona şöyle dedi:
"Yaptığında seninde bir sorumluluğun -suçun- yok mu? Muhakkak ki Allah Teâlâ sana göklerin kapılarını açtı ve meleklerin yanında seninle övünüp iftihar etti." (İbn Ebi Dünya rivayet etti mürseldir. Tabaranî de rivayet etmiştir. İsnadında durumları bilinmeyenlerde vardır. Allah Teâla en doğrusunu bilir.)



2.  Cehennem Korkusundan Uyuyamayanlar

Cehennem ateşinin korkusundan uyuyamayan: Esed b. Vidâa'h şöyle dedi:
"Şeddad b. E'vs uyumaya gitmek istediğinde tavadaki tane gibi olur-yani yerinde duramaz kızarırdı- şöyle söylenirdi:
"Ey Allah'ım! Cehennemi hatırlamak beni uyutmuyor" dedikten sonra tekrar namazlığının başına dönerdi.

Ebu Süleyman Ed-Dârânî şöyle dedi:
"Tavus yatağını serip uzanınca tanenin tavada kıvranışı gibi kıvranır durur sonra yatağını güzelce toparlar sabaha kadar kıbleye yönelir:
"Cehennemi hatırlamak abidlerin uykusunu kaçırdı"</span> şeklinde kendi kendine söylenirdi.

Malik b. Dinar, Rebi'a b. Heysemin kızının ona şöyle dediğini rivayet eder:
"Ey babacığım insanlar gece uyur sen neden uyumuyorsun?"
Babasının cevabı ise:
"Ey kızım ateş-Cehennem- bırakmıyor ki baban uyusun." Şeklinde olurdu...

Safvan b. Mahrez gecelediği zaman öküz böğürmesi gibi bir ses çıkarıp:
"Ateş-Cehennem- korkusu uyumama mani oluyor." diyordu.

Ammar b. Abdullah şöyle dedi:
"Cenneti isteyen ve Cehennemden kaçan kişinin uyuduğunu görmedim. Gecelediği vakitte şöyle diyordu:
"Cehennemin sıcağı uykumu kaçırdı" ve sabaha kadar uyumazdı.
Sabahladığında bu defa "Cehennemin sıcağı uykumu kaçırdı" deyip akşama kadar uyumazdı.
Rivayet edildiğine göre tanenin tavada kıvrıldığı gibi kıvranıp dururdu. Sonra yüksek -sesle şöyle seslenirdi:
"Ey Allah'ım! Ateş uyumama engel oldu. Benim günahlarımı affet." Ona:
"Ne olmuş sana ne diye uyumuyorsun?" şeklinde sorulduğu vakit "cehennemi hatırlamak beni uyutmuyor" cevabını verirdi.

El-Hür b. Husayn el-Fezârî beni fezâreden bir ihtiyar gördüm Halid b. Abdullah ona yüz bin verilmesini emretti. Kabul etmeyi reddetti ve şöyle dedi
"Cehennem dünya sevgisini kalbimden giderdi."
İnsanlar uyuduğunda ise "ateş ateş ateş" şeklinde çığlık attığı ondan rivayet edildi.

Kölelerden "Süheyb" isminde biri vardı: Gece uyumayıp ağlardı bundan dolayı efendisi tarafından cezalandırıldı. Efendisi olan kadın ona şöyle dedi:
"Kendini heba ettin."
O da şöyle cevap verdi:
"Süheyb Cennet zikredildiğinde onu özler ona iştiyakı artar ve Cehennem zikredildiğinde ise uykusu kaçar."

Ebu Mehdi şöyle rivayet etti:
Süfyan es-Sevri sadece gecenin ilk vaktinde uyurdu. Sonra korku ve dehşet içinde şöyle bağırırdı:
"Ateş, ateş ateş korkusu beni uykudan ve dünya şehvetlerinden alıkoydu."
Sonra  abdest aldıktan sonra şöyle diyordu:
"Yâ Rabbi benim neye ihtiyacımın oluğunu yalnızca sen biliyorsun, Cehennemden kurtulma isteği dışında hiçbir isteğim yok."

Bu manada Abdullah b. Mübarek Radıyallahu Anhu şöyle diyor:
Gece karardığında onları uykuydayken yakalar Gecenin korkusu uykularını kaçırır ve uyanırlar
Kendilerini güvende zannederler fakat gaflet içinde yatmaktadırlar.



3.  Cehennemin Gülmelerine Mani Olduğu Kişiler

Ateşin gülmelerine mani olduklarına gelince:
İsmail es-Süddî şöyle dedi:
Haccac, Said b. Cübeyr'e dedi ki:
"Duydum ki, hiç gülmüyormuşsun?"
İbn Cübeyr şöyle cevap verdi:
"Cehennem alevi tutuşturulmuş, kelepçeler hazır hale getirilmiş, zebaniler hazır beklerken ben nasıl gülebilirim?"

Osman b. Abdulhamid şöyle dedi:
"Gazvan'ın komşusunda yangın çıkmıştı söndürmeye gitti, parmaklarından birine ateş kıvılcımı düştüğünde şöyle dedi:
"Görmüyor muyum dünya ateşi bana ne kadar acı verdi? Allah'a yemin olsun ki, ben Cehennem ateşinden kurtulduğumu bilmeyene kadar gülmeyeceğim.

Seleften bir grup varacakları yer Cennete mi yoksa Cehenneme mi?
Bu netleşmeyene kadar gülmeyeceklerine dair sözleştiler. Bu alimlerden bazıları şunlardı:
Hammame ed-Dusî, er-Rebî' b. Hırâş ve kardeşi, Eşlem el- İclî ve Vüheyb b.el-Verd idi.

Yezid er-Rekkâşî'nin, Enes Radıyallahu Anhu'dan rivayet ettiğine göre:
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanında Cebrail olduğu halde miraca çıktığı zaman gürültülü şekilde bir yıkılış sesi duydu. Cebrail Aleyhisselam'a bu neyin görültüsüdür? Diye sordu.
Cebrail Aleyhisselam: "Allah Teâlâ'nın yetmiş yıldır cehennemin kenarından Cehenneme attığı bir taştı. Şimdi cehennemin dibine ulaştı." 
Ravi: "Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bunu duyduktan sonra tebessüm hariç hiç gülmedi." (İbn Ebi Dünya derki: Yezid er-Rekkaşi, salih bir kimsedir fakat hadis ezberlemiyordu.)

Ebu Said el-Hudrî'nin rivayet ettiği hadiste bu manâda idi. O hadiste:
"Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ruhunu teslim edene kadar hiç kahkaha ile gülmedi." deniliyordu.(Tabaranî zayıf bir isnadla rivayet etti.)
Meleklerin Cehennem yaratıldığından beri gülmedikleri daha sonra zikredilecektir.

Ebu Zerr'in rivayet ettiği uzun hadiste:
Yâ Resullallah! Hz Musa'nın sahifelerinde ne vardı? Diye sordum.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
"Ahirete inanıpta sevinene ve Cehenneme inanıpta gülene hayret ederim"</span> buyurdular.
(İbn Hibban ve başkaları rivayet etmiştir.)



4.  Cehennem Korkusundan Hastalananlar

Cehennem korkusundan hastalananlar olduğu gibi ölenlerde olmuştur.
Hasan Radıyallahu Anhu Cehennemden korkanları şöyle tanıtıyordu:
"Cehennem korkusu onları perişan etmiş, demir çubuk gibi zayıftırlar. Onlara bakan birisi: Bunlar hasta. Halbuki hasta değiller."
Sonra şöyle söylenir:
"Ahireti zikretmekten bu hale gelmişler bu ne çetin bir iştir."
Teheccüd namazında Tur Suresini okuyan bir adamın "Rabbinin azabı gerçektir ve onu def edecek kimse de yoktur" (Tur. 7-8) ayetine gelince bunu duyan Ömer Radıyallahu Anhu "yemin ederim ki Kabenin Rabbı haktır."
Sonra evine döndü bir aya kadar hastalandı ziyaretine gelenler hastalığın ne olduğunu anlayamadılar.

Basralı bir grup abidler, Cehennem korkusundan hastalanıp evlerine kapandılar.
El-Alâa b. Ziyad ve Atâ es-Sülemî gibi.
Hatta Atâ birkaç yıl yataktan kalkamadı. Ömer b. Abdulaziz Rahmetullahi Aleyh ölmesine sebep olan hastalığın başlangıcı Cehennem korkusundandı.

Imam Ahmed'in Hüseyin b. Muhammed'den o'da Fudayl b. Muhammed b. Mutarrif'tan rivayet ettiğine göre şöyle dedi:
"Bana güvenilir birisi, Ensar'dan bir gencin kalbine Cehennem korkusu düştü. Evinden çıkmaz oldu.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona geldi. O, Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i karşıladı boynuna sarıldı ve genç öyle bir çığlık attıki, oracıkta ruhunu teslim etti.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
"Kardeşinizi hazırlayın. Cehennem korkusu ciğerini parçaladı." buyurdular.

İbn Mübarek'te, Muhammed b. Mutarrif'tan buna benzer bir rivayeti vardır. Diğer bir şekille "muttasıl" olarak rivayet edilen hadisi İbn Ebu Dünya rivayet etmiştir.
El-Hasan b. Yahya, Hazım b. Celbe b. Ebin-Nadre Abdî'den, O'da Ebu Sinan'dan, O'da Hasan'dan, O'da Huzeyfeden rivayet ettiğine göre şöyle dedi:
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem döneminde bir genç vardı yanında Cehennemden bahsedildiğinde ağlıyordu öyle bir hale geldi ki artık eve kapandı. Bu durum Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e anlatıldı. Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem oraya geldi, genç Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i görünce ayağa kalktı ve Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in boynuna sarıldı ve oracıkta yere yığılıp ruhunu teslim etti. Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
"Arkadaşınızı hazırlayınız Cehennem korkusu ciğerini parçalamış. Nefsimin elinde olduğu Allah Teâlâ'ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ onu Cehennem ateşinden korudu. Kim bir şeyi ümit ederse onu talep eder, kim'de bir şeyden korkarsa ondan kaçar." (Mürsel olan rivayet daha sahihtir.)

Hafs b. Amr el-Ca'fî dedi ki:
Davut et-Taî günlerce şikayette bulundu. Şikayetinin sebebi ise Kur'anı Kerim okurken bir ayetle karşılaşıyor onu sabaha kadar tekrar ediyor böylece hastalanıyor. Onu bir gün başı, bir kerpiç üzerinde ölü buldular". (Ebu Nuaym rivayet etmiştir.)

Mansur b. Ammar'ın Kufe'de gece uğradığı adamın Rabbine yalvarışının kıssası: Mansur şu ayeti okudu:
"Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
Mansur, öyle bir gürültü duydum ki ondan sonra hiçbir ses duymadım oradan geçip gittim. Sabah olunca oraya" döndüm.
Birde ne göreyim!
Bir cenaze çıkarıyorlar ve hemen yanında ihtiyar bir kadın. Kadına ölü kişi hakkında bir soru sordum. Tabi ki o beni tanımıyordu yani dün gece o ayeti okuyan kişinin ben olduğumu bilmiyordu.. Dedi ki; Allah hayrını vermesin!
Bir adam buradan geçiyordu. Kur'an'dan bir ayet okudu o da dayanamayıp korkudan ödü patladı ve öldü.

İbn Ebi-d Dünya, Muhammed b. El-Hasen'den, o'da bazı arkadaşlarının Abdulvehhab'tan rivayet ettiklerine göre şöyle dedi:
"Belh şehrinde demircilerin yanında oturuyordum oradan geçen bir adam körükteki ateşe baktı ve düştü. Hemen kalkıp yanına gittik baktık ki adam ölmüş."

Aynen bu isnatla El-Buhtry b. Yezidin Harise el-Ensarî'den rivayet ettiğine göre:
"Abidlerden bir adam demirci körüğünün yanına gelip durdu. Körük açılıdığında körüğe bakıp ağlamaya başladı. Sonra bir çığlık attı, yere düşüp oracıkta öldü."
Dedi ki: Abdurrahim b. Mutarrif b. Kudâme er-Ravas'den naklettiğine göre Abbas Radıyallahu Anhu'yu kölelerinden şöyle rivayet etti:

Mansur b. El-Mu'ter öldüğünde annesi şöyle bağırdı:
<span>"Ah, </span>katil Cehennemden başkası değildir, oğlum cehennem korkusundan öldü."
Bir rivayete göre: Ali b. Fudayl şu ayeti duymaktan öldü:
"Onların, ateşin kenarına getirilip durdurulduklarında, "keşke dünyaya tekrar döndürülseydik, Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamasaydık. Ve inananlardan olsaydık" dediklerini bir görsen!"  (Enam: 27)

Yunus b. Abdula'lâ dedi ki:
"Abdullah b. Vehb, "Kitabu'l-Evhâm"ı okuyordu. Cehennemin sıfatlarını okuduğunda birden çığlık atıp bayıldı. Evine götürüldü. Birkaç gün yaşadı, ondan sonra vefat etti. Allah rahmet eylesin."



5.  Cehennemden Korkan Bazı Kişilerin Halleri

Enes Radıyallahu Anhu Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den rivayet ettiğine göre şöyle buyurdu:
"Nefsimin elinde olan Allah (c.c)'a yemin olsun ki, benim gördüklerimi görmüş olsaydınız az güler çok ağlardınız." Sahabelerden bazıları sordular, 'Yâ Resulallah ne gördünüz?" Buyurdular ki: "Cennet ve Cehennemi gördüm."(Müslim)

Abdullah İbn Abbas Radıyallahu Anhu rivayet ettiğine göre;
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
"Güneş tutulduğu zaman Cehennemi gördüm, bu gün gördüğüm manzaradan daha dehşetlisini-korkuncunu- hiçbir zaman görmedim." (Buharî - Müslim)

A'meş Mücahit'ten merfu olarak rivayet ettiğine göre:
"Eğer ateş insanlara gösterilmiş olsaydı gören her kişi ölürdü." (Mevkuf olarakda rivayet edilmiştir.)

Ebu Ya'lâ el-Mevsilî "Müsned"inde İbn Ömer Radıyallahu Anhu'den rivayet ettiğine göre;
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hutbede şöyle buyurdu:
"İki büyük şeyi unutmayınız: Cennet ve Cehennemi."
Gözyaşları mübarek sakallarının etrafını ıslatana kadar ağladı sonra şöyle buyurdu:
"Muhammed'in nefsinin elinde bulunduğu Allah'a yemin olsun ki, eğer benim ahiret hakkında bildiklerimi bilseydiniz dağlara çıkar ve başınızın üzerine toprak atardınız."

İbn Ebu Dünyanın, belli bir isnadla Abdula'lâ'dan rivayet ettiğine göre:
"Toplanıpda Cennet ve Cehennemi zikretmeyen her topluluğa melekler şöyle derler: Bunlar iki büyükten gafildirler."

Amir b. Yesaf, Yahya b. Ebu Kesir'den rivayet ettiğine göre şöyle dedi:
"Cennet ve Cehennemde kalmanın ebedi olması, Cehennemden korkanların kalbini parçaladı."

İbn Simak'ta şöyle dedi:
"Allah'ı bilen ariflerin kalbini iki ebedinin zikri parçalamıştır: Onlar Cennet ve Cehennemdir".

Bekr el-Mazinî, "Ebu Musa el-Eş'ari'nin Basra'da hutbe verirken, Cehennem'den bahsetti ve gözyaşları minbere düşene kadar ağladı. O gün insanlar hüngür hüngür ağladılar" dedi.

İbrahim b. Muhammed el-Basrî'nin rivayet ettiğine göre:
"Ömer b. Abdulaziz yanında bulunan rengi kaçmış adama baktı ve ona, "neyin var senin?" dedi.
Adam: "İnşallah hastalık ve musibetler ya emirel mü'minin."
Bu şekilde Ömer b. Abdulaziz üç defa sordu.
Adam da aynı şekilde cevapladı.
"Söylemek istemediğim için ey emirel mü'minin: Ben dünyanın tadını tattım, artık oyun ve gülleri gözümde küçüldü. Taşı ve altının bir birinden farkı yok. Sanki ben Cehenneme, insanlar da Cennete sürülüyorlar. Bundan dolayı gecemi uykusuz ve gündüzümü ona karanlık kıldım. Ki bunların hepsi Allah Teâlâ'nın affı ve mağfireti, sevabı ve cezası yanında küçük ve değersizdirler."

Bu sözler, Harise'nin şu meşhur hadisine benziyor:
"Bu hadis farklı surette mürsel olarakda rivayet edilmiş. Yusuf b. Atiye es-Safar'ın rivayetinden muttasıl bir senetle rivayet edilmiş, hadiste zayıflıkda bulunmaktadır.
Enes'ten rivayet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ensarlı bir gence şöyle dedi:
"Nasıl sabahladın ey Harise?"
Genç: "Allah'a gerçekten iman etmiş olarak sabahladım," dedi.
Buyurdular ki: "Söylediğine dikkat et çünkü her sözün bir hakikati vardır." 
Genç: "Yâ Resulallah dünyadan yüz çevirdim gece uyumayıp gündüzü kendime kararttım, sanki ben Rabbimin arşına yapışmışım ve sanki ben Cennet ehline bakıyorum birbirlerini ziyaret ediyorlar ve Cehennem ehli de hayvanlar gibi uluyorlar."
Buyurdular ki: "Gördüklerine-yaptıklarına- sarıl. Allah'ın nuru olan iman, kalbinde olduğu bir kuldur bu." 
Mürsel olan rivayet, daha sahihtir.

Ahmet b. Ebî-l Havarî, Ali b. Ebî-l-Hür'den rivayet ettiğine göre:
"Allah Teâlâ Zekeriya'nın oğlu Yahya'ya şöyle vahy etti. "Ey Yahya İzzetime yemin olsun ki, eğer Firdevs Cennetini görmüş olsaydın bedenin erir ve nefsin onu aşırı arzulamaktan ölürdün. Yok, eğer Cehennemi görmüş olsaydın ağlamaktan gözyaşlarından sonra irin akardı."

İbn Ebi Dünya'nın Süfyan'dan rivayet ettiğine göre şöyle dedi:
"Ömer b. Abdulazizi suskun gören arkadaşları:
"Neden konuşmuyorsun ey emirel mü'minin?" dediler.
Ömer b. Abdulaziz:
"Cennet ehlinin birbirlerini nasıl ziyaret ettiklerini ve Cehennem ehlinin nasıl çığlık attıklarını düşünüyordum."
Sonra ağlamaya başladı.

Müğîs el-Esved şöyle diyordu:
"Her gün düşünerek mezarlığı ziyaret ediniz. Akıllarınızla Cennette her gün hayırların toplandığını hayal ediniz ve kalpleriniz ile her gün varacağınız yeri düşününüz, dikkatiniz ile dağılan insanların Cennete ve Cehenneme gidişlerine bakınız, kalp ve bedenleriniz ile Cehennemin tabakalarını ve sizi nasıl içine alacağını hissettiriniz."

Salih el-Merrî de şöyle dedi:
"Günahı düşünmek ağlamanın sebeplerindendir. Eğer kalp buna icabet etmezse zorluklarla karşılaşacaktır. Eğer yine kalbi buna icabet etmezse ateşin tabakaları arasında yuvarlanır."
Rivayet edildiğine göre Merrî bunu söylendikten hemen sonra baygın düştü ve mescitteki insanlardan haykırışlar yükselmeye başladı.

Süleyman ed-Dârânî:
"Malik b. Dinar gece arkadaşlarını bırakıp evin salonuna çıktı. Sabaha kadar evin ortasında ayakta bekledikten sonra arkadaşlarına gelip şöyle dedi:"
Cehennem ehlinin sabaha kadar zincir ve kelepçeleri ile beni yakalamaya çalıştılar ancak evin ortasında durarak kendimi muhafaza ettim."

Said el-Cürmî Cehennemden korkanlar hakkında konuşurken onları şöyle anlatıyordu:
"Cehennemden bahseden bir ayet geçtiğinde korkudan bağırırlardı. Sanki Cehennemin soluğu kulaklarında ve ahiret ise gözlerinin önünde duruyor."

Hasan Radıyallahu Anhu şöyle dedi:
"Allah Teâlâ'nın bazı kulları vardır, Cennet ehlini Cennette ebedi olarak görür gibiler ve bazı kullarıda vardır Cehennem ehlini Cehennemde ebedi olarak azap görür gibidirler. Cehennemi tasdik eden hiçbir kul yoktur ki Cehennemden dolayı kendisini kuşatan şey ona yeryüzü darlık vermesin. Münafık ise ateş arkasında olsa dahi inanmaz tâki ona hücum edene kadar ateş kendine saldırırken inanır."

Vehb b. Munebbih şöyle dedi:
"Beni İsrail'den bir abid vardı, rengi siyahlaşana kadar güneşin altında namaz kılardı. Yanından geçen birisi "bu sanki ateşte yanmış" dedi.
O da şöyle cevap verdi:
"Bu sadece onu -ateşi- hatırlamakla oldu birde ateşe girseydi acaba nasıl olurdu."

İbn Uyeyne dedi ki, İbrahim et-Temimi şöyle dedi:
"Nefsimi Cennete hayal ettim meyvelerinden yiyip orada bulunan bütün yeni şeylerden tattım. Sonra onu Cehennemde hayal ettim zıkkımından yiyor irininden içiyor zincir ve kelepçeleriyle bağlı bir halde, nefsime:
"Hangisini istiyorsun?" dedim.
"Dünyaya dönüp salih amel işlemek istiyorum" dedi.
Ben de ona: 
"Şuan güvendesin haydi amel et" dedim.